PİYASALAR

  • BIST 10010276.880.67%
  • ALTIN2390.3670.03%
  • DOLAR32.335-0.05%
  • EURO34.7430.01%
  • STERLİN40.513-0.01%
  1. YAZARLAR

  2. Muradiye Şimşek

  3. Şeytanın Şatosu
Muradiye Şimşek

Muradiye Şimşek

Yazarın Tüm Yazıları >

Şeytanın Şatosu

A+A-

“Ülkem benim için neler yapabilir demeyin, kendinize ben ülkem için neler yapabilirim diye sorun.” John. F. Kennedy.

Kapitalist düzenin sembol devletinin bir liderinin göreve başlarken yaptığı konuşmada kapitalist toplumun bireylerine hitaben söylediği bu iki kısımlı cümle, ilk bakışta idealist yaklaşımları önceleyen ve bireysel potansiyelin açığa çıkarılmasını motive eden coşku verici bir ifade özelliği göstermektedir. Ancak, Milton Friedman, “Kapitalizm ve Özgürlük” kitabında bu cümlenin her iki kısmını da özgür ve idealist bireylerin vatandaş-devlet ilişkisi bakımından sorunlu bulur. Friedman’a göre cümlenin ilk kısmında Patron (devlet)-(güdülen) Tebaa ilişkisi ön plana çıkarken ikinci kısımda Efendi/Tanrı-Hizmetkar ilişkisine gönderme vardır. Oysa özgür birey, ulusal mirastan gurur duyan ve geleneklere sadık olan, devleti yalnızca bireyler olarak çeşitli biçimlerde hizmet ettikleri hedef birliğinin bir aracı olarak gören kişidir. Hizmet edilen şeyin esasen insanlık olduğunun burada parantez içine alıp altını kalınca çizmekte fayda var.

Cümlenin her iki kısmında da geçen “ben” ifadesi, kapitalizmin temelinde yer alan bireyselliği ve ben merkezliliği önceleyen yaklaşımı ortaya koyar. Bu yaklaşım, yüzyıllar öncesinde ticaret hayatıyla, yani sermaye ile başlayan ve 16ncı yüzyılda Rönesansla beraber kurumsallaşmaya evrilen serbest piyasa koşullarının yarattığı Kapitalizm sistemini oluşturmuştur. Kapitalizm ise, 18inci yüzyılda emperyalizmi ve ardından küreselleşmeyi beraberinde getirmiştir. Efendi-Hizmetkar ilişkisinde tarafların rolleri daha derin çizgilerle ayrışırken, Efendi konumundaki devletin yerini çoğunlukla sermaye devleri devralmıştır. Sınırları belirli devletler yerine görünmeyen sınırları olan devletleşmiş şirketler dünyanın gidişatında belirleyici aktörler haline gelmiştir.

Küresel piyasaların merkezi, 20nci yüzyılın ikinci yarısında, kapitalizmin sembol devleti olan ABD’nin New York kentinde, Dünya Ticaret Merkezi kulelerinde kapitalizmin sembolik merkezi konumuna gelmişti. Merkezi oluşturan, 1960’larda yapımına başlanan ve 1970’lerde faaliyete geçen İkiz Kuleler ise sistemin mimari sembolü haline getirilmişti.

11 Eylül 2001 tarihi, bireylerin yaratıp büyüttüğü modern bir şeytan olan kapitalizmin, yine bireyi özgürlük adı altında küresel ölçekte köleleştiren düzenine karşı yapılan çok sert bir eylem olarak tarihe geçmiştir. Tarihin en büyük terör eylemi olarak nitelendirilen 11 Eylül saldırılarıyla hedef alınan ikiz kulelerde yok edilmek istenen, kapitalist sistemin kendisi idi. Eylemin sonunda yok edilen ise sistemin kendisi değil, mimari sembolü olan devasa ikiz kuleler oldu. Yani şeytanın şatosu. Kulelerle beraber yok olan yaklaşık üç bin bireyin her birinin ayrı birer dünya olmasının hiçbir önemi yoktu sistem karşısında. Kuleler, sadece üst katlarındaki belli noktalarından birer yara almış olmalarına rağmen, birkaç saat içinde aniden ve tamamen yerle bir olup geride toz bulutu halinde bir görüntü bırakarak tüm dünyanın gözü önünde birer enkaz yığınında dönüştüler. Bir süre ikiz kulelerin nasıl aniden ve tamamen çökebildiği meselesi konuşuldu. Resmi kaynaklar çökme mekanizması üzerine geliştirilen iddiaları reddetse de yüksek teknoloji kullanılarak inşa edilen yüksek binaların nasıl yıkılacağı meselesinin proje aşamasında planlamasının yapılması gerektiği bir gerçekti. Çelik konstrüksiyon cephe taşıyıcılı sistem üzerine inşa edilen ikiz kulelerin iddia edilen yıkım projesi, hakim görüşe göre çeliğin pulverizasyonuna dayanmaktaydı. Yok olan canların geride kalanlarda açtığı yaralar bir yandan sarılmaya çalışılırken iki önemli soru daha vardı; eylemi yapanlara ne yapılacağı ve eylemin yok ettiği sembole ne yapılacağı.. Birinci sorunun cevabı savunma ve güç gösterme refleksi içermekte ve siyaset alanına girmekte idi. Tespit edilen “öteki”nin yakalanıp ibretlik bir ceza ile ortadan kaldırılması ve kapitalizmin eylem alanlarını geliştirmesi şeklinde verildi. İkinci sorunun cevabı gücü elinde tutma refleksi içermekte ve koruma alanının konusu idi. Kapitalizmin yok edilmesi söz konusu değildi. Ancak büyük yara alan sembol merkezine ne yapılması gerektiği koruma uzmanlarının tartışma konusu olmuştu.

11 Eylül 2001 saldırılarının gerçekleştiği dönemde kültürel miras koruma eğitimi almaya henüz başlamış genç bir mimar idim. Saldırıları takip eden hafta, Koruma Teorisi dersinde duayen hoca rahmetli Prof. Dr. Cevat Erder, konuyu gündeme taşımış ve yok edilen kulelerin yerine ne yapılması gerektiği sorusunu sınıfa yöneltip yaklaşım yoklaması yapmıştı. Konu çok taze, soru çok can alıcı, öğrencilerin bilgi düzeyi bu değerlendirmeyi yapmak için henüz çok yetersizdi. Farklı fakat çekimser görüşler ortaya atıldı; olduğu gibi korunması gerektiğini savunanlar çoğunluktaydı ve kamuoyu yoklaması yapılarak karar verilmesi gerektiği konusu hemen herkeste ortaktı. Hoca dönüp fikrimi sorunca şu değerlendirmeyi yaptığımı hatırlıyorum; “neyin korunmak istenildiğine öncelikle karar verilmesi gerekli” dedim ve devam ettim. Kapitalizmin gücü korunmak isteniyorsa ben olsam daha yükseğini yaparım, fakat yok olan masum canların orada sembolleştirdiği değersizleştirilen insanlık korunmak isteniyorsa orası hafif müdahalelerle ibretlik bir ziyaret yeri olarak düzenlenip bırakılmalı, ihtiyaç duyulan ticaret merkezi yapıları başka bir yerde yeniden projelendirilmeli. Gelinen noktada aynı yere 7 kuleden oluşan Yeni Dünya Ticaret Merkezi projesinin yapılması ve en uzun kuleye Özgürlük Kulesi adı verilmesi korumacı bir gözle bakan için çok çok manidar ve insanlık adına çok dramatik bir karardır kanaatimce. Alınan kararla, insanlığın kapitalizm tarafından daha güçlü ve sert biçimde köleleştirilmeye devam edilmesinin kaçınılmaz olduğu anlaşılmıştı. Üstelik daha da büyüyen şatosunda, şatolarında...

Bireyler olarak her bir insan da içinde tıpkı kapitalizm gibi, insani değerleri yok eden ve benlikten türeyen bir sistemi besleyip büyütmektedir. Nefis denilen, benlik ve kibirden beslenen bu sistem, kişinin içinde yüksek ve büyük şatolar inşa etmektedir. Öyle ki bir süre sonra insan kendi inşa ettiği şatosunda yalnızlaştığını ve mutsuzlaştığını fark edinceye kadar. Köleleştirdiği ötekilerle arasındaki mesafenin giderek açıldığını görmek de yalnızlık ve mutsuzluğunu katlamaktadır. Nefis denilen şatoyu büyüten, şeytanın ta kendisidir aslında. Şeytanın çok zayıf ve aciz bir yaratık olduğunu, yaptığı tek şeyin vesvese vermek olan suflörlükten ibaret olduğunu fark ettiği anda insana düşen, kendini şatosunda yalnızlığa mahkum etmekle şatoyu yıkıp insanlığa karışmak arasında akıllı bir tercihte bulunmaktır. Bu tercihin doğruluğu, öncelediği değerleri doğru analiz etmesiyle ancak mümkündür. Aklı, nefsi ve şeytanı yaratan temel tasarımcı, şeytanın bireylerdeki şatosu olan şişirilmiş nefsi nasıl yok edeceğinin yöntemini de gösteriyor. Ayet ayet açıklıyor; elçileriyle örnekliyor. Yöntemi arayıp bulmak akıllı ve sorumlu insanın görevi. Tıkandığı noktada insan temel tasarımcıya doğrudan ve salih niyetle başvurduğunda çözüm bir anda önüne serilip tüm hücrelerine kadar idrak ettirilebilir. Sonuç, benlik tarafından türetilen, şeytanın nefislerdeki şişirilmiş şatosunun pulvarizasyonu. Bir “puff” kadar hızlı. Çünkü insanın içinde şişirip büyüttüğü şato bir köpük gibi büyük fakat bir o kadar zayıf. Açığa çıkan değerler ise tüm insanları kucaklamaya yetecek kadar zengin ve tükenmeyen türden. Bireyi tüm sistemler karşısında özgür ve üretken kılan yaklaşım galiba korunması gereken değerler ile akıllıca yönetilmesi gereken çağdaş enstrümanlar arasındaki dengeyi kurabilmekte.

Bu yazı toplam 438 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar