Koza Ya Da Karantina
Ve kum saati, dünyanın kum saati boşaldı ve yüzyılın tüm gürültüleri sustu; çıl gın ve kısır çabamız bitti, yakınlarına gelince, sonsuzlukta olduğu gibi- erkeğin veya kadının, zenginin veya yoksulun, kölenin veya efendinin, mutlunun veya mutsuzun olduğu gibi- her şey sessizlik içindedir; başın ister tacın parıltısını taşısın ister basit insanların arasında kaybolsun, ister yalnızca günlerin sıkıntılarına ve alın terlerine sahip ol, ister dünya durduğu sürece ünün yüceltilsin, ister isimsiz ve unutulmuş olarak sayısız kalabalıkların içinde kaybol, ister seni kaplayan bu görkem tüm insansal betimlemeleri aşsın, ister insanlar, ne olursan ol seni yargıların en acısı, en alçaltıcısı ile vursunlar, sonsuzluk milyonlarca benzerinden her biri için olduğu gibi senin için de tek bir konuda bilgiyle donanacaktır. Yaşamının umutsuz olup olmadığı ve umutsuzsa bunu bilip bilmediğin veya bu umutsuzluğu bir korku gizi gibi, suçlu bir aşkın meyvesi gibi içine sokup sokmadığından veya umutsuz olarak ve diğerlerine nefret duyarak öfkeye kapılıp kapılmadığın konusunda. Ve eğer yaşamın yalnızca umutsuzluğu taşıyorsa gerisinin hiçbir önemi yoktur! İster zaferler isterse yenilgiler söz konusu olsun, senin için her şey kaybedilmiştir, sonsuzluk seni artık hiç içine almaz, seni hiç tanımamıştır veya daha da kötüsü seni tanırken seni kendi ben’ine, umutsuzluğun ben ine çiviler!”
Soren Kier Kegaard
KARA
Eski zamanların efendileri, yaşadıkları dünyanın kurallarını koyarken, insanlığın yaşadığı tecrübeleri göz önüne almışlar. Medeniyet kâh ekonomi üzerin - den kâh ahlaki prensipler üzerin - den belirlenirken (Bahsettiğimiz birçok katmandan iki tanesi) ortaya çıkan şey evrensel olaylardı. Salgın hastalıklardan bahsederken Andrew Norfolk “Mahşerin Dördüncü Atlısı” demişti. Hiç kimsenin beklemediği zamanlarda, insan varlığına kast eden bu hastalıklar, viral dönemine girince insanı derin bir kaygı, korku ve umutsuzluk içinde bırakır. Bütün bunlarla beraber insanlık kendi yaşamını sorgulamaya başlar. Kolayca anlayabileceğimiz kadarıyla, Antik Yunan’dan günümüze kadar bu hastalıkların insana yaşattığı budur. “Kral Oidipus” oyunu bir salgın hastalığın, şehri sarmış olmasıyla başlar. Bölge halkının bir yozlaşma içinde olması ve bu yozlaşmanın sebebinin araştırılmasıyla devam eder. Sorun ise topluluğun ilahi düzene karşı ağır suçlar işlemiş olmasıdır. Yine kutsal kitaplarda buna benzer misaller çokça karşımıza çıkar. Kur’an-ı Kerim’de salgın hastalık, iflah olmayan toplumların, ıslah oluşunu birçok kere tekrarlar. Musibetlerin insanlığın ve toplumun yozlaşmış olduğu dönemlere tekabül etmesi dikkat çeker. Böyle dönemlerde insanların kendilerine dönmesi, varlığın sorgulanması, ezeli ve ebedi akışın içerisinde elimizden çıkan zulümlerin farkına varılmasını kolaylaştırır. Zulüm yeryüzünde kurumsallaşamaz. Bu durumun değişim ve dönüşüm yaşaması kaçınılmazdır.
AN
Toplumlar birlikte yaşarlar. Kolektivizm bütün insanlık tarihi boyunca karşımızdadır. Ama insanların birbirlerini etkiledikleri, salgın hastalıkların viral durumları ortaya çıkınca bütün kolektivizm bozulur. İnsanlar birbirlerinden uzaklaşırlar. Çünkü insan insanın hastalığı olmuştur. Acaba nasıl? Böyle dönemlerde belki de insanlık kendi refah seviyesini kaybedip, kabuğuna çekilir. Doğacak yeni dünyanın seyrine başlar. Tıpkı bir koza hali gibi. Tarih boyunca insanlar, hasta insanlardan kaçarken bu durum kendi jargonunu oluşturmuştur. Ama gelin görün ki içinde hikmetle dolu bir hazine saklıdır bu durumun. Karantina yani erbain ya da çile… ‘Quaranta’ sözcüğü İtalyancada ‘Kırk gün’ anlamına gelir. Floransa’nın o ihtişamlı ticaret günlerinde, dışarıdan gelen gemilerin limanda bekleme süresi için kullanılırdı. Bizdeki karşılığı aslı Farsça olan “Çil” kelimesinin çekimi olan çile kırklık ya da kırk günlük anlamına gelen cümlesidir. ‘Erbain’ de Arapçada ‘Kırk’ manasına gelir. Kışın en zor geçen kırk gününü işaret eder. Eski zamanların sufileri de beşerliklerinden arınırken geçirdikleri süreye çile ya da erbain demişlerdir. Her iki durumda da insanın kendi manasındaki öze dönüşünü bize gösterir. Yani şu an içinde bulunduğumuz bu durum insanlığın kendisi kadar eski bir durumdur. Dünyanın bir ucundan başlayarak, ateşi büyüyerek, yakınımıza kadar gelen, bu salgın hastalığın viral durumu, belki de bizleri ve bütün dünya insanlarını dehşete düşürmeye yetti. Kendimizi korunaklı dünyamızda bir anda görünmeyen bir virüs yüzünden evlerimizde bulduk. Bu kaçış eğer özümüze doğru değilse, korku ve panik içinde umutsuzca bekliyor olacağız. Bu tedbir içinde insanlığın, yozlaşmış tutumuna karşı refleksimizi, niyet halinde diri tutabilirsek, daha ileri seviyeye taşımamız mümkün olacaktır. Belki de düştüğümüz bu afet içerisinden ya da bu ateşin içerisinden paklanmış olarak çıkacağız. Şu anın içinde, ihsan haliyle, Hakla beraber olabilmek böyle zamanların biricik saadetidir. Kalbimiz ve zihnimiz varlık ile boşluk arasından böyle bir seçim yapmak durumunda kalacaktır.
TİN
Yeryüzünde oradan oraya itilip kakılan mazlumların, arzın üzerinde sıkışıp kalan insanların, karantinada yaşayan, savaş çocuklarının çığlıkları her yerden duyuluyor. Şimdi daha gür bir sesle… Açlık birçok beldeyi istila etmiş. Rahatı içinde yaşayanlar bütün bunları, akvaryumdaki balıkları seyreder gibi seyretmiş. Toplumların boyunlarının büküldüğü, aciz kaldığı bu durumlarda şeytanın parmağı olduğu düşünülür ve suç ona yüklenir. İnsan ezeli hikmete verdiği sözü tutmamıştır. Onunla yaptığı anlaşmayı bozmuştur. Oysa şeytanın bütün bunları yapacak gücü kudreti var mıdır? O daha ziyade vesvese ve vehimle, fısıldar insanoğluna. İnsanların arasında bozgunculuk ve fitneyi yaymayı başaran şeytan, insanları kendi özünden, yaratıcısından yüz çevirten bir günahkâra dönüştürmüştür. İnsan kendi kendine yetebileceğini zannına kapılır. Eller semaya doğru açılamaz ve sonuç olarak derin ümitsizliğe ve öfkeye yenilmiştir. İlahi düzen kendine varan yolu tekrar açmakta… Dönüş ise…
A
Bizlerin imtihanı, gökten inen kutsal kitapların sayfaları ile değildir. Olayların ve olguların bütün azalarıyla sınanırız. Mutlak yaratıcımızı bilerek, lütfettiği bu kaftanı halimiz ve geleceğimiz için kabul etmek ve razı olmak gerekir. Yaşadığımız bu hayat, uzun süredir kirliğini görmemiz için yalvarıyordu. Aczimizi, Hakk’a olan ihtiyacımızı, fakirliğimizi ve yokluğumuzu fark etmemiz için bu ateşin yanması gerekiyordu ve yandı. Şüphesiz bu ceza aynadır. Bütün insanlığın birbirine bağlı olduğunu tekrar idrak etmemiz gerekiyordu, tekrar tevhidi hatırlattı. Dar-ı dünyada çekildiğimiz bu inzivadan, hayır ve hasenatımızı kazanarak çıkmak duasıyla… “Ey kalpleri ve nazarları evirip çeviren Allah’ım kalbimizi sırat-ı müstakiminde sabit kıl ve bana Hakk’ı Hakk olarak göster, Ona uymayı nasip et. Batılı da batıl olarak göster ve ondan sakınmayı müyesser eyle… Her şeyi olduğu gibi göster ilahi!” AMİN Hazreti Muhammed Mustafa (SAV)