PİYASALAR

  • BIST 1009109.340%
  • ALTIN2920.6240.03%
  • DOLAR34.2680.11%
  • EURO37.6360.04%
  • STERLİN44.994-0.07%
Muradiye Şimşek

Muradiye Şimşek

Yazarın Tüm Yazıları >

İdeal Şehir

A+A-

Şehir denilince aklımıza ilk gelen kavram nedir? Şehirde yaşayanlar olarak bu soruya vereceğimiz cevap, dünyaya bakış açımızı, hayatı anlamlandırışımızı, neyi önemsediğimizi, kısacası kimlik ve kişiliğimizi gösterir. Biraz iddialı gibi görünebilir, fakat üzerinde biraz dikkatle durup düşünürsek öyle olduğunu fark ederiz.

Peki, şehir denilince aklımıza ilk gelmesi gereken kavram ne olmalıdır? İşte bu sorunun cevabı çok tartışmalı. Felsefeciler, sosyologlar, tarihçiler, plancılar, mimarlar ve daha birçok disiplinden düşünür, yüzyıllardır bu konuda kafa yorup tezler, yargılar üretmişler.

Çok derin felsefelere dalmaya gerek yok aslında. Basit düşünüp tarih boyunca kurulmuş şehirleri ve kent kimliklerini şöyle bir gözden geçirince hepsinde ortaklaşan bir kavram öne çıkıverdi zihnimde. Şehir kültürdür. Evet, şehri şehir yapan içindeki süzülmüş ve incelmiş yaşam kültürüdür. Bu, şehri kırsal yerleşimden, köy hayatından ayıran en önemli özelliktir. Şehirde bilgi üretilir, sanat icra edilir. Sıradan eylemler dahi sanatla ve incelikle yüzyılların imbiğinden süzülerek geleneği ve kültürü oluşturur. Mesela her yerde çiçek yetiştirilir, gül yetiştirilir. Fakat gülden çeşit çeşit tatlı ve şerbet yapmak ve bunların her birine farklı anlamlar yükleyerek inançlarla bezeyip misafire özel biçimlerde ve özel zamanlarda sunmak, İstanbul kültürünün medeniyetimize armağanıdır.

Şehri oluşturan yaşam kültürünün inceliklerini ilk önce yapılı çevreden okuruz. Binalar, anıtsal yapılar, yollar, kaldırımlar, hatta rögar kapakları ve yönlendirme levhaları bize çok şey anlatırlar şehir kültürüne dair. Kaldırımda yürürken yere mi bakarsınız, etrafa mı? Neden? Hiç düşündünüz mü? Burada da şehre dair derin anlamlar saklıdır. Şehir insanı farkettirmeden şekillendirir, eğitir, kültürünün potasında eritir. Tarihi bir kent merkezinde veya özenle tasarlanmış modern binaların bulunduğu bir şehirde yürürken hissettiklerinizle arabaların ve tabelaların üstünüze üstünüze gelip gözünüze sokulmaya çalıştığı algısı uyandıran bir kentte yürürken hissettikleriniz aynı olmasa gerek. Metropoller, megapoller.. Küresel sermayenin mirası urlaşmış yaşam bölgeleri.. Kapladıkları alandan çok daha geniş bir bölgenin doğal kaynaklarını sömüren ve doğaya çok daha fazla atık veren yaşam makineleri. İnsan bu makinelerin hem ürünü hem üreticisi.. Tuhaf bir kısır döngü. Kurtulmaya çalışıyoruz. Sakinleşmeye çalışıyoruz. Sakin şehirler inşa etmeye çalışıyoruz. Fakat metropollerde ve megapollerdeki imar faaliyetlerini durdurmadan ve istihdam kaynaklarını başka şehirlere dengeli biçimde yaymadan bu kaotik şehir kültürünün kısır döngüsünden kurtulmamız zor görünüyor. Metropol kültürü insanı insana yaklaştırmadığı, bilakis yalnızlaştırdığı gibi ne yazık ki dil erozyonuna da neden olmakta. Bunun sonucunda plaza dili gibi alıntı kelimelerle dolu tuhaf bir yarı-Türkçe okumuş! kesim arasında yaygınlaşmakta. Off the record tespitler üzerine hemen mevcut durumu cross check yaparak fütüristik bir aksiyon almalıyız. Ya da hal-i pür melalimizi nazar-ı dikkate alarak istikbalimize anlamlı bir yön vermeliyiz.

Şehrin kültürü önce yapılı çevreden okunur demiştik az önce; konunun dallarına çok sapmamaya çalışarak. Sonra, şehrin doğal çevreyle ilişki kurma biçimi çok şey anlatır. Yapılı çevrede yeşil ile olan ilişki kurma biçimi mesela.. Birkaç nesil öncesine kadar binayı yapmadan önce ağaçların yerini belirleyen kültürün torunları olarak bina yapmak için feda ettiğimiz ve fakat yenisi dikmediğimiz ağaçlar, kültürel değişimimizin işaretlerindendir. Balkonlardaki çiçekler, teraslardaki yeşil bitkiler, bahçelerdeki bitkiler ve sokak ile ilişkileri de kültüre dair önemli özetler sunar. Kaldırıma ağaç dikmek dahi bir kültürün ürünüdür aslında. Ağaçların varlığı ya da yokluğu, cinsleri, konumları da öyle.. İnsan ne kadar düşünülmüş bu eylemde. Hemen anlayıverirsiniz. Temmuz ayında şehirler arası bir seyahat sırasında Konya şehrinden geçiyordum. Kırk derce sıcak vardı. Yol hafif rampa idi.  Kırmızıda beklerken kaldırımda yaşlı bir teyze dikkatimi çekti. Bir elinde şemsiye, diğer elinde bir alışveriş poşeti ile yokuş yukarı, her adımda dinlenerek yürümeye çalışıyordu. Kaldırımda aralıklı dikilmiş fidanlar vardı, fakat günün en sıcak saatlerinde kaldırıma düşmesi gereken cılız gölgeleri tam ters tarafa, asfalt yola düşmekteydi. Ağaçlar da hani öyle büyüyüp serpilip gölge verecek cinsten olsa gam değil, süs eriği benzeri.. İçimden “önce insan, lütfen!” dedim. Fakat kendim dedim, kendim dinledim. Mevlana’nın bir zamanlar ilim dağıttığı, sevgi ve hoşgörünün menbaı haline getirdiği o kadim başkente yakıştıramadım bu kurak görüntüyü. Aklıma Zigetvar geldi. Muhteşem Süleyman’ın kapısına varmışken fethedemeden ruhunu teslim ettiği, ihya edilsin diye devlet-i aliye dahil ettiği son mirası.. Meydanda, sonradan kilise olan Ali Paşa Camii’nin yanında Osmanlı’dan kalan koca çınarın altın rengi yapraklarının, zeminde halıyı andıran görüntüsü geldi sonra. Anneler, çocuklarını, çınarın altındaki parka getirmişti. Çocuklar yaprakların arasında koşup yuvarlanıyorlardı. Her yer masalsı biçimde çınar yaprakları ile kaplıydı ve kimse yaprakları süpürmemişti, süpürmüyordu. Osmanlı oradan her şeyiyle çekilmişti fakat anlaşılıyordu ki kültüründen bazı izler yeni sakinler tarafından korunup yaşatılıyordu. Ali Paşa Camii’nin kemerli pencereleri, kubbeleri ve mihrabı gibi. Ve sakin bir yaşamın sürdüğü Zigetvar’daki evlerin hiçbiri, camiden bozma kiliseden daha yüksek değildi halen.

Günümüzde sakin şehirlerin sayısını artırmaya çalışıyoruz. Hani şu 1999 yılında İtalya’da başlayan citta-slow hareketi. Bu, küresel markaların kadim şehir kültürünü erozyona uğratmasını önlemesi açısından değerli bir adım. Ülkemizde sakin şehir oluşumuna üye, kültürünü korumakta kararlı 17 kadar yerleşim var. Anadolu gibi kadim kültürlerin harman yeri olan bu topraklar için aslında bu sayının 100’ün üzerinde olması beklenir.

Bunun yanında marka şehirler üretmeye çalışıyoruz; daha büyük ve kalabalık şehirler için geliştirilen bir slogan olarak.. Aslında vurgulamak istediğimiz husus aynı; küreselleşmenin tektipleştirici etkisi karşısında şehir kimliğini ve kültürünü koruyarak var olmasını sağlamak. Marka şehrin marka değeri içerden gelirse anlamlı olur tabi. Safranbolu gibi, Beypazarı gibi, Antep, Urfa, Hatay, Kütahya gibi.. Yoksa bir şehre ithal marka atamak, suni teneffüs yaptırmaya benzer.

Şehirlerin marka değeri, o şehrin insanının şehrine sahip çıkmasıyla olur kanaatimce. Dört yıl kadar önce İtalya’nın adını ilk kez duyduğum Brescia şehrine yolum düşmüştü. Brescia, Milano’ya trenle 20 dk mesafede küçük, sakin, yollarda araçtan çok yaya görebileceğiniz, dev ağaçları ve sevimli meydancıkları olan, binaları birkaç katı geçmeyen tarihi bir şehir. Brescia, ayakkabı zanaatkarlarıyla meşhurmuş. Başka şehirlerden insanlar oraya gelip el yapımı ayakkabı siparişi verirlermiş. Bir de el yapımı çikolata kaplı dondurması çok özelmiş. Müzesini ziyaret ettim, vitrinleri yapan zanaatkar usta Alessio ile birlikte. Alessio üç nesildir el yapımı mobilya üreten bir aileye mensup. Ata mesleği yapıyor. Tarihi bina niteliği taşıyan müze için her detayını özel tasarladığı modern, cam vitrinler de el yapımı idi. Brescia’da evine misafir olduğum kişi ise, dünyanın birçok yerinde iş yapan, aynı zamanda İtalya’nın da çok önemli tarihi yapılarını restore eden ünlü bir mühendis idi. Neden bu kadar büyük işler yaptığı halde yakındaki Milano’da değil de bu küçücük şehirde yaşadığını sordum. Cevabı ders niteliğindeydi. “Milano’ya taşınırsam büyük yerde küçük adam olurdum, küçük yerde yaşayıp büyük olmak İtalya’da daha makbul” demişti. Onun ailesi de Brescia’nın çok eski ailelerindendi. Oturduğu ev babadan kalma idi. Çok az değişiklik yaparak evi kullanmaya devam ediyordu. Bahçeye mütevazi bir yüzme havuzu ekletmiş, salonu biraz genişletmişti, hepsi o. Eşi ev hanımı ve aynı zamanda usta bir yüzücü idi. İstanbul Boğazı’nda yüzme yarışına katılmıştı zamanında. Şimdi Çanakkale Boğazı’nı yüzerek geçmeyi hedefliyordu. Bu kadar mütevazi yaşayıp bu kadar büyük düşünmek, şehrini ve kültürünü koruyup sahip çıkarak dünya insanı olmak mümkünmüş demek. Bizim marka şehirlerimiz de ancak bu ruhla oluşabilir. Şehrine, kültürüne, geleneğine sahip çıkarak, doğayı koruyarak fakat dünyayı ve gelişmeleri yakından takip edip nitelikli katkılarda bulunarak.. İdeal şehir bu olsa gerek.

Bu yazı toplam 1091 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar