Altın renkli radyolar
Saliha Sağdıç
Otuz yaş üzeri herhangi birine çocukluk anılarını sorsak, bu anıların içinde radyoyu mutlaka buluruz. Bir zamanlar evlerimizdeki sehpalarda, dolapların üstünde, dantel örtülerin altında nasıl aldıysa başköşedeki yerini; anılarımızda da aynı yerde durur. Kimi zaman kaldırırız hatıralarımızın üzerinden o dantel örtüyü, hafiften üfleriz tozlarını ve tüm ihtişamıyla karşımızdadır, ince bacaklı ahşap sehpanın üzerindeki çocukluğumuzun altın renkli radyosu…
Zihnimin üzerindeki dantel örtüyü kaldırınca karşıma çıkan ilk radyo karesi çocukluk yıllarıma ait... Babamın doğduğu, iç Anadolu kasabalarından birindeyiz. Büyükbabamın iki katlı kerpiç evinin, ahşap balkonunda köşede küçük bir sehpa üzerinde kocaman düğmeli, metalik yerleri altın gibi parlayan bir radyo var. Muhtemelen evdeki tek kitle iletişim aracı ve idaresi de haliyle evin en büyüğünde yani büyükbabamın ellerinde. Büyükbabam; hafızamda hep balkonda, altın renkli radyonun hemen bitişiğinde bir minderde bir dizini dikmiş oturuyor… Yanında bir demlik çay, sigaradan kalınlaşmış hırıltılı bir sesle bir yandan bize, “dalındakileri değil, yerdeki elmaları toplayın” diye çıkışırken bir yandan da radyodan ajansı dinliyor.
Büyükbabamın ölümü ve televizyonun da gelişiyle; o koca düğmelerini gönlümce oynayamadığım, ajans dışında birileri de var mı bunun içinde acaba diye merak ettiğim radyonun yüzüne bakan kalmadı. Yine de, bir müddet daha kaldı sanki köşesinde. Tozu eskisi kadar sık alınmadı ama atmaya da gönlümüz razı olmadı.
Zihnimin üzerinde dantel bir örtünün olmadığı yıllara geliyoruz sonra. Doksanlı yıllar… Çocukluğumun son yılları… Bir mikrofonun başındayım. Radyolar artık, kocaman düğmeli, ahşap ya da altın renginde değil. Teknoloji gelişmiş, boyutları küçülmüş, mutfak rafına bile sığabiliyor.Sadece ajans da yok radyolarda, farklı yaş gruplarına yönelik her çeşit program var. İçinde küçük insanların yaşadığını düşündüğüm sihirli müzik kutusunun içine girmiş gibiyim adeta. Ben bir mikrofonla konuşuyorum, belki de binlerce insan beni dinliyor. Bu öyle yüksek bir yere çıkıp bir kalabalığa hitap etmek gibi değil, yüzünü hiç görmediğin birilerinin günün aynı saatinde gelip sana bir şeyler anlatmasını beklemek, birinin yalnızca sesini evine konuk etmek, ya da sesinle birçok insanın evine konuk olmak… Mikrofonun hangi tarafında olursanız olun, radyo sihirli bir dünyadır.
1800’lü yılların sonunda icat edilen radyo, ülkemize icadından neredeyse otuz yıl sonra ilk kez 1927 yılında gelebildi. Geldi dediysem hemen bizim kasabadaki kerpiç evde dinlenmeye başlanmadı tabi. Aylar sonra ilk yayını Ankara ve İstanbul’da yapılacak, Anadolu’ya yayılması ise1940 ve 1950’leri bulacaktır. Ülkenin her yerinde dinlenebilir hale geldiğinde ise takvimler 1970’i gösteriyordu.
İçinden sesler gelen, şarkılar çalan, piyesler oynayan bu sihirli kutu artık evlerin başköşesindedir. Özellikle arkası yarın radyo tiyatroları, büyük küçük herkesin ilgiyle takip ettiği neredeyse tek eğlence aracıdır. Radyonun tek başına iktidarı 1960’ların ortasına dek sürecektir. Ta ki; İlk televizyon yayını, TRT'nin ilk spikeri Nuran Devres'in "Burası üçüncü bant beşinci kanaldan deneme yayını yapan Ankara Televizyonu. Sayın seyirciler bugün 31 Ocak 1968 Çarşamba, Ankara'dan televizyon yayımına başlıyoruz" sözleri ile başlayıncaya dek. Yine de tüm ülkeye yayılması özel kanalların açılması ve televizyonun radyoyu tamamen tahtında indirmesi doksanlı yılları bulacaktır.
Fakat televizyon ne kadar yaygınlaşsa da, sadık radyo dinleyicileri hep olmuştur. Artık anteni ile oynayıp frekans ayarlamaya çalışmasak da, cızırtılar arasında spikerin sesini duymaya çabalamasak da, görüntüleri kocaman düğmeli ve renkleri altın sarısı değilse de hala o dantel örtünün altındaki kadar kıymetliydi radyolar bazılarımız için.
Doksanların sonlarında televizyon ile rekabet edebilmek için o da çok çabaladı Allah var. İnsanların yüzlerini dizi oyuncuları kadar merak ettiği, saati geldiğinde hemen frekansı ayarladığı çok meşhur radyo programlarının olduğu yıllardı. Kimi şen kahkahalarıyla güldürür, kimi fon müziğinin üzerine buğulu sesiyle şiirler okurdu. İşte annelerimizin mutfakta, işçilerin fabrikada, şoförlerin dolmuşta radyo dinlediği yıllardı o yıllar…
Biz radyo ile büyüyen, kendi sesini kasete kaydedip dinleyen çocuklardık. Surete değil, sese kıymet veren bir nesil olduk belki de…
Biz akıllı telefonuna kılıf değil, bisikletinin tekerine renkli boncuk alan çocuklardık. Dünyayı tablet ekranında değil, tozlu yollarda keşfetmeye çalışırdık. Sanal değildik, gerçektik. Sosyal medya takipçimiz değil, mektup arkadaşlarımız vardı.
Bir köşede dantel örtüsünün altında kalan, tozu artık daha az alınan, atılmaya kıyılmayan ama artık varlığı unutulan radyo gibiydik. Naiftik, samimiydik.
Çünkü radyo da naiftir, samimidir.
Televizyon masa ise, radyo sehpa gibidir, bize daha yakındır.
Televizyon misafir gibidir, radyo evden biridir.
Televizyon hep ona bakmamızı ister, radyo ise beklentisizdir.
Televizyon çizmeyse, radyo terlik gibidir; daha rahattır.
Televizyon lüks restoranda yemek yemekse, radyo sobada kestane patlatmak gibidir.
Televizyon otomobil gibidir, hızlıdır, kullanışlıdır; radyo ise faytona benzer, yavaştır belki ama daha keyiflidir.
Televizyonda keşmekeş, kirlilik ve sahtelik varken; radyoda, sıcaklık, sakinlik ve samimiyet vardır.
Son yıllarda internet hem radyonun hem de televizyonun tahtını sallamış gibi görünse de otomobiller ve uzun yolculuklar radyoların ömrünü uzatacak gibi görünüyor. Güzel ve zarif sesli sunucuların yerini; adına dj denilen bas bas bağıran, tuhaf bir ses ve yayık bir ağızla konuşarak şarkı aralarını çekilmez hale getiren kişiler aldıysa da umarım eski güzel günlerine döner radyolar. Çünkü o dj’lerin tabiriyle radyo candır.
Evlerimize konuk olduğu ilk yıllarda, bir koltuk, bir dolap kadar yer kaplayan, evin en nadide köşesinde bulunan radyolar şimdilerde bir çakmak kadar küçüldü. İnternetten ya da telefonumuzdan da radyo dinleyebiliyoruz artık. Televizyonlar ise giderek büyüyor. Dev ekranlar, ev sinema sistemleri derken görüntünün hayatımızdaki yerini yüceltip, sesin ve kelimelerin yerini ise giderek önemsizleştirdik ne yazık ki…
Ülkemizin radyo ile tanışmasının üzerinden tam doksan yıl geçti. Bu zaman içerisinde sayısız havadisi, savaşları, sulhları, seçimleri ve ne acıdır ki ilk darbe bildirisini de radyodan dinledik.
Şimdi ben size; “elektromanyetik dalgalardaki ses modülasyonunu önce elektronik ortama sonra da sese çeviren elektronik alet.” desem ne kadar soğuk ve sevimsiz gelir değil mi? Peki, ya ince bacaklı ahşap sehpanın üzerinde, dantel örtünün altında duran altın renkli radyo desem?
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.