“Nalukolekejaga sonda walola lwala!” *
“Nalukolekejaga sonda walola lwala!”*
Bir ara biraz da söylenişi hoşuma gittiği için olsa gerek bir dizi Afrika atasözü derlemiştim. Başvurduğum kaynakların bazılarında atasözlerinin gelişim süreçleri de anlatılıyordu. Bugünlerde, atasözlerine ve gelişimlerine tekrar baktığımda, çok küçük bir yaşama detayının, çok ince bir fizik yasasının, evrensel bir kurala dönüşmesindeki güzelliğe hayran oldum. Ne güzel ki, insanın bir avuç toprağa bakışından, arıların sokmasından korkmasına kadar, yağmurun eline düşmesinden, gözlerinin sabah yapış yapış olmasına kadar sayısız ince detay, sonsuzluğa aday bir ders haline gelebiliyor. Bir kez daha inanıyorum ki, hayatta küçük şeyler önemlidir, büyük şeyleri büyük yapan küçük şeylerden kök almalarıdır. “Küçük şey yoktur” sözünün haklılığını göstermek adına, özellikle orijinal okuyuşlarıyla verdiğim bazı Afrika atasözlerini ve bize ne söylediğini aktarıyorum.
Kure ndokusina, kwachiri unofa wasvika.
Zimbabwe’de sıkça söylenen bu söz, uzaklık ve yakınlık ölçüsünü kişinin etrafına kıymet vermesine bağlıyor: “Uzak, değer verdiğin bir şeyin olmadığı yerdir.” En talihsiz kayıp, kaybedildiği bilinmeyen kayıptır. Yokluğu fark edilmeyen aranmaz, aranmayan bulunmaz, bulunsa bile bulunduğu fark edilmez. Yitiğinin yitik olduğunu bilmeyen, sonsuz uzaklıklar içindedir. Eli hiçbir şeye erişemez; elinin eriştiklerini ise elinde tutamaz. Kur’ân’ın “kimsenin kimseye faydası olmadığı yer” diye tarif ettiği yer, işte bu sonsuz yalnızlık hâli olmalıdır. İman etmemek, insanın bütün bağlarını kaybetmesidir. Varlığını Rabbiyle ilişkilendirmeyen kişi, kendisiyle ilişkisizdir, eşya ile ilişkisizdir, diğer insanlarla ilişkisizdir. Çünkü ilişkilerini anlamlı ve değerli kılan kök referansı kaybeder. Kişinin anlamlı referanslarını yitirdiği yer ise, sonsuz derinlikte bir kuyu gibidir. “Değer vermediğin ve değer verildiğini bilmediğin şeyler arasında sonsuz bir uzaklık ve çaresizlik içindesin.”
Mjinga huwa na siku nyingi
Swahili dilinde söylenen veciz bir cümle: “Sabreden uzun yaşar.” Bu sözü atalarından miras alan Tharaka kabilesi, Kenya dağlarının doğusunda yaşar. Yağışın az olduğu, mevsimlerin kurak geçtiği bu bölgelerde, insanların geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktır. Toprağın her zerresini değerlendirmek zorunda olan Tharakaların, bu yüzden, sabırsız ve çabuk parlayan kişilikleri olduğu söylenir. Tıpkı üzerinde yaşadıkları topraklar gibi en ufak bir rüzgârda dağılıp ufalanmaya, göğe savrulmaya hazırdırlar. Toprağın ağaç köklerini tutamaması gibi onlar da, içlerinde olanı saklayamazlar; sabredemezler, hemen tepki verirler. Aslında “Aptalın yaşadığı günler daha fazladır” diye de tercüme edilebilecek bu atasözünde, sabreden bir Tharaka’nın azıcık “safdil” olduğu vurgusu saklıdır. Ancak atasözü, “sabreden”lerin daha uzun yaşayacağını söyleyerek “safdillerin” saflığının işe yarar olduğunu ima eder. Çabuk kızıp parlayanların kavgayla ölebileceği yerde, sabredenler “çok günler” yaşar, üstelik her günü de sabrı sayesinde pürüzsüz yaşadığı için gün kendine kalır; her saatini eksiksiz yaşar. Belki de Rabbimiz “Allah sabredenleri sever” derken, sabredenlerin kendilerini Allah’ın sevgisini daha çok hissetmeye uyarladığını kastediyor. Sabreden kendisiyle ve etrafıyla barışıktır ki, Allah’ın kendisini sevindirmek için yarattıklarını daha çok sevmeye vakit ayırır.
Nyana-so ni nyu do doun, keh do za-nyohn de ke.
Yani ki: “Duman sadece arıları kaçırmaz, arıcıyı da bunaltır.” Bassa kabilesi bu sözle, her birimize, “Hayatını dedikodularla harab etme diyor…” Batı Afrika’da Liberya’da yaşayan Bassa kabilesi balı “Tanrı’nın yurdunda pişirilmiş yiyecek” olarak tarif eder. Yani, bal öyle tatlı bir şeydir ki, ona hiçbir şeyin eklenmesi gerekmez. Bassa kabilesinden bir “bal avcısı”, ağaç kovuklarında depolanan balları almak için, dumanla arıları oradan uzaklaştırır. Ancak bu dumandan sadece arılar etkilenmez, ağacın kabuğu ve yaprakları ve tabii ki bal avcısı da zarar görür. Bassa kabilesinin ataları sorun çıkaran herkesi uyarmak için bu deneyimlerini deyim haline getirmişler. Kendilerine zarar verebileceklerini düşündüklerine zarar vermek için dedikodu, gıybet ve iftira gibi silahlara başvuranlar, hem kendilerine hem de yakınlarına zarar verirler. Bu söz, toplumda sorun çıkaran insanların kendilerini uyaranlara “Sana ne!” anlamında, “Her koyun kendi bacağından asılır” demelerinin haksızlığını gösterir. Çünkü toplum içinde bozgunculuk yapan, herkese zarar verebilir hale gelir. Meselâ, yalan söyleyen biri, sadece kendi kendine yalan söylemekle kalmaz; başkalarına yalan da konuşulabileceğini telkin eder, yalan söylemenin kapısını açar, ayrıca, yalan söyleyenler ile yalan söylemeyenlerin karıştırılmasına neden olur, sonuçta kendi çapında bir güvensizlik çemberi oluşturur. Yaratılmış her şey, şu anki haliyle, Rabbin indinde pişirilmiş bir yiyecek gibidir. Yalan söyleyen kişi bu yiyeceğin bir yerinde eksik ya da hata görüyor demektir. Olanı olduğu gibi anlatmayan, yaratılışı beğenmiyor ve ona iftira ediyor demektir. Yaratılış öyle tatlı bir şeydir ki, ona bir şeyin eklenmesi ya da ondan bir şeyin çıkarılması gerekmez. Yoksa Rabbimiz, cenneti “yalan ve boş sözün duyulmadığı” yer olarak tarif eder miydi?
(*) Sana parmağımla yıldızları gösteriyorum; sen parmağıma bakıyorsun.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.