İştahtah Pazarı
Hepimizin hayalleri var. Hepimizin arzuları var. Hepimizin bastırılmış duyguları var. Kiminin hayali
havuzlu bir ev, kiminin çiftlik. Kiminin hayali bugatti, kiminin traktör. Kiminin arzusu sevilmek, kiminin
tatmin olmak (sevilmek ve tatmin olmak birbiri ile ilişkili ancak tatmin olmaktan kastım bu değil).
Cesaretli olanlar hayallerinin ve arzularının peşinden gidiyorlar. Kimini takdir ediyoruz, kimini
arzusunun çirkinliğinden sonuç da çirkin olunca lanetliyoruz. Hepimizin dilinde “Bu nasıl bir çağ?”
“Nasıl bir zamana düştük?” “Bu zamanda her şey mümkün.” Sanki bunu söyleyen bizler, bu çağın ve
bu zamanın ve bu mümkünlüğün dışarısındayız. Sanki bizi tüm bu çağın ve zamanın, tüm olasılıkların
ve mümkünlerin dışarısında bir dünyada tutuyorlar. Sanki bizler başka bir uzay sisteminde büyüyüp
gelişip bu çirkin(!) dünyaya ışınlanmışız.
Yukarıdaki girişin üzerine galiba sayfalarca yazı yazabilirim. Çok bildiğimden değil, konunun
yönlülüğünden, çetrefilliğinden. Şimdi sadece payımıza düşenlere dair yazmak istedim. Bu büyük
payın bir kısmını tabii ki. Elimden geldiğince, dilim döndükçe, yazabildikçe tabii ki.
Büyük bir ‘iştah pazarında’ yaşıyoruz. İştahımızı kabartan bir pazar yerindeyiz. Her gün bir hayale
tutunarak yürüyoruz, bir hayal üzere uyuyoruz. Ardından rüyalar görüyoruz. Rüyası ile halleştiğimiz
hayallerimiz ile uyanıyoruz. Bu büyük ‘iştah pazarında' birilerinin bizim hayallerimizi yaşadığını
görüyoruz. Birilerinin bizim hayallerimizin bile üzerinde yaşadığına şahit oluyoruz. Gözümüze
gözümüze sokuyorlar. Sanki şu koca Pazar yerinde sevilmeyen, bugattisi olmayan, havuzlu evi
olmayan, lüks otellerde tatil yapmayan bir bizmişiz gibi hissediyoruz. Pazar yeri şölen yeri. Pazar yeri
şenlikli. Balonlar asılı her yere, kimi yerlerde zümrüt sarkıtlar var. Kimileri altın bardaklarda su
yudumluyor. Kimileri elmaslarla bezenmiş takılar takıştırıyor. Birkaç hayal ile uyanmış olan bizler,
birden bire iştahı kabarmış yaratıklara dönüyoruz. Kana susamış bir vampirin, taze kan kokusu ile dolu
insan pazarında yürümesi gibi yürüyoruz. Her şey çok güzel görünüyor. “Orada olmak...”, “Onun
yerinde olmak...”, “Onun yaptığını yapabilmek...” düşüncelerinden kurtulamıyoruz. İçimiz gidiyor,
içimiz dışımıza gidiyor. İçimiz bizi terk ediyor. İçimiz bizden gidince biz o içimizin boşluğu ile
sersemleyerek her gün aynı uyku ve uyanış arasında savaş veriyoruz. İçimizden birileri kan emmek
istiyor, birileri emiyor, birileri daha fazla diyor ki o kanın tadına vardık mı gerisini engellemek oldukça
zorlaşıyor.
Bazılarımız bir matriksin içinde yaşadığımızın farkına varıyor, “Kendine gel” diyerek kendine yeni
dünyalar oluşturma cesareti gösteriyor. Bazılarımız “Tüm bu duygular bana ait değil” diyerek kendi
usulünce o duyguları/düşünceleri bir yerlere bırakıyor ve yoluna devam etmeye çalışıyor. Bazılarımız
“Ben de ben de” diyerek benzeşmeye çalışıyor, kayboluyor. Bazılarımız kaybolurken, bazılarımız
kaybolduktan sonra yolunu buluyor. Bazılarımız yolunu hiç bulamıyor.
Diyorum ki birilerini insanlığından eden, birilerini anormalleştiren her şeyde bizim payımız var. O
pazar yerine kurulan tezgahlar var ya hani, sen ben kuruyoruz. Hepimiz gösterme telaşındayız. İşin
garibi şu ki hiçbir şeyi olduğu gibi göstermiyoruz. İstiyoruz ki en iştah kabartan kısmı görülsün, en
takdir edilesi, en beğenilesi olan kısımları sergilensin Belki güzel olanı paylaşma isteğinden, masumca.
Ama sonuç masum değil biliyoru/m/z. Tezgahları biz kurmasak, süslenmesine dizaynına katkı
sağlıyoruz, o da olmuyorsa ziyaret ediyoruz. Şimdi aklımda şu Hadis-i Şerif “İçinizden biri bir kötülük
görürse onu eliyle, buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin; buna da gücü yetmezse kalbiyle (ona karşı
kin ve nefret beslesin). Bu ise imanın asgarî gereğidir.” Gösterilen her bir güzellik bir başkasının
arzusuna temas ediyor. Bir başkasının hayalini somutlaştırıyor ama başka bir hayatta. Teşhir edilmiş
her bir başarı bir diğerinin bastırdıklarını gün yüzüne çıkarıyor. Sergileyenler ve vahşileşenler olarak
ayrılıyoruz. İşin doğrusu teşhirin gerilla bir tavır olduğu hakikat. Ve gerilla bir tavır da hep vahşilikten.
İşin doğrusu ayrılmıyoruz. Birbirimizin iştahını kabartma paradoksuna hapsolmuş bir şekilde
yaşıyoruz. Kelebek etkisini dibine kadar yaşıyoruz, zira kelebek de kanadı da ortada. Biz böyle
yaşadıkça ne şiddet son buluyor, ne tüketim, ne sapkınlık, ne hırsızlık, ne rüşvet. Kabarmış iştahlara
kulak vermenin de adına cesaret deniliyor. Cesurca denilerek takdir ediliyor üstelik. Oysa kabartılmış
bir iştaha kulak vermek kolaycılık. Öylesine bir iştaha yol vermek, sağlıkla yön vermek, o iştahı dizayn
etmek, irdelemek ve temizlemek çok daha büyük bir cesaret istiyor. Gerçek bir cesaret.
“Ve şimdi şöyle dua ediyorum Tanrı’ya:
Olanlar oldu tanrım
Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla”
Didem Madak