PİYASALAR

  • BIST 1009915.622.05%
  • ALTIN2440.1770.51%
  • DOLAR32.458-0.23%
  • EURO34.756-0.63%
  • STERLİN40.547-0.57%
  1. YAZARLAR

  2. Senem Dinç

  3. Çeyiz sevdası sandık davası
Senem Dinç

Senem Dinç

Yazarın Tüm Yazıları >

Çeyiz sevdası sandık davası

A+A-

Eski Türk filmlerine sıklıkla meze olan, çocukluğumuzun magazini, normalleşmiş(!) bir konu vardı. Oyuncu olmak isteyen kız, aile baskısından kaçan kız, şehre gelen kız, oyuncu olma yolculuğunda bir sürü tatsız hikâyesi olan kız. Bazen kötü sonuçlanırdı bu kareler, bazen bir aşk hikâyesine dönüşürdü. Şimdilerde düşünüyorum, bir zamanların gündemine oturan bu oyuncu olma arzusu artık neden yok? Şimdilerde kimse odasına posterler asıp bu sevda ile  memleketten büyük şehre göç etmiyor sanki. Nerede bu yetenek(!)ler?

“Oyuncu olmak artık bir tık uzağınızda.”

İşin aslı ne olmak istiyorsak hepsi bir tık uzağımızda. Ama ben oyunculuktan girdim muhabbete, buradan devam edeceğim. Bizlerin de bir tıkla ulaştığı oyuncular dünyasındaki o koca selin sadece bir kesitinden bahsetmek istiyorum. “Yeni evliler” “yeni gelinler”. Az önce bahsi geçen filmlerin yayınlandığı aynı dönemlerde, evlilik hayali ile tutuşan genç kızların hikâyelerine değinen filmler de vardı. Bazen romantik komedi bazen dram tadında evlenmek isteyen kızın hikâyesini izlerdik. Dileyen hala izliyor tabii. Sanıyorum günümüzde oyuncu olmak isteyen ve evlilik hayali(!) olan kızların buluştuğu ortak kümeden fışkırıyor bahsedeceğim mevzu. İlginç bir evrime maruz kalmışlar. Üstüne bir de tvlerdeki yeni gelin programlarına göz takılınca, evrimden çok mutasyon olarak da adlandırabiliyor insan. 

Bir grup fenomen var. Kamera sürekli onlara çevrili. Herkes onların evini merak ediyor. Eskiden mahalledeki bazı teyzelerimiz hiç üşenmez kalkar, mahalleye yeni gelmiş taze gelinin evini ziyaret eder, ayak üstü de olsa oturma grubuna, dantellere, perdelere şöyle bir bakar, “hayırlı olsun kızım” der ve geçip giderlerdi. Valla çok eski olmamama rağmen İstanbul’un göbeğinde apartman dairemde bunu ben bile yaşadım, varın siz düşünün. Bizim fenomenlerimizi de merak eden teyze ruhlu insanlarımız var galiba. Ne kadar benzer duygular. Bu teyzelerimizden farklı olarak meraklı teyze ruhlu insanlarımız,  fenomenlerimizi ayak üstü görmekten tatmin olmuyor olsa gerek ki tazecik evli olan bu fenomenlerimiz aldıkları çay bardağına kadar gösteriyorlar. Ne kadar darlıyorlar bu insanları, ne denli bunaltıyorlar da bu insanlar havlularını da gösteriyorlar, perdelerinin ardındaki pencerelerini de. Halı da yetmiyor mesela. Kadın yeni evlenmiş halılar gıcır, yetmiyor mu da parkelerin rengini de merak ediyorsunuz teyze ruhlu kardeşlerim? Olmuyor işte. Fenomen ve taze gelin olma özelliklerinin ikisini birden kendinde barındıran kardeşim, sözden başlayarak evliliğe dair her adımı paylaşması yetmiyormuş gibi yatak odasına kadar misafir etmek zorunda(!) kalıyor bizleri.

Çok normal değil mi?

Mahremiyetin yıkıldığından bahseden, korunması gereken bir kale olduğundan bahseden zibilyon insan var. İçlerinden bir kısmı bu konuyu özenle ve ciddiyetle açıklıyorlar da. Ben ise sonuçtan ziyade meselenin kaynağını merak ediyorum. Ne oluyor da bu denli her şey sergilenebiliyor? Hangi dürtü, hangi gereklilik bir insana oturma grubunu geçtim yatak odasını, klozet takımını dahi teşhir ettiriyor. Nasıl oluyor da hepsi birden kendi hayatlarında bir oyuncu olarak karşımıza çıkıyorlar? Tüm bu insanları aynı anda keşfette alt altta ve yan yana getirelim; ortaya mobilyacılarla, züccaciye dükkanlarıyla, manifaturacılarla, kafetaryalarla ve ayrıca kahve dükkanları ile dolu bir avm çıkmıyor mu? Belki de bir oyun evi çıkıyordur ne dersiniz?
Sanki içeride bir yerde evcilik oynamaya doyamamış birileri var. Sanki hiç oyuncakları olmamış. Çocuk öyle değil midir? En yeni oyuncağını hep en önde tutar. En güzel elbisesi en yeni olanıdır. Hep giyinmek ister. Ya  arkadaşlarının evine gitmek ister ya da arkadaşlarının kendi evinde olmasını ister. Hatta bazılarına bazen öyle tutulur ki hep o arkadaşının evinde yaşamak ister. O an kendi evini, ailesini, bağını unutuverir. Arkadaşının evinde yaşaması için kendi evini terk etmesi gerektiğini bilmez/bilemez, düşünmez/düşünemez. Psikanaliz falan yapmıyorum, yapmaya da çalışmıyorum. Sadece şuna inanıyorum; eleştirdiğimiz, bize ters gelen ve hatta bazen bizi iğrendiren ne görüyorsak gördüğümüz özneler için tüm bunlar çok anlamlı. O halde anlamalıyım gibi, anlamalıyız gibi. Eee yukarıda bir sürü laf saydım. Ne oldu şimdi. İlkeldim şimdi olgunlaştım, kim bilir. Bir yerde birileri var. Birilerinin herkes gibi yitik yanları ve dertleri var. Herkes entelektüel değil (öyle görünme arzusu herkes de olabilir, o ayrı) ve olamaz da. Her insan kendi eksikliklerini yorumlayabilme kabiliyetine de sahip değil. Birileri de bazı yitikliklerini hala evcilik oynayarak dengelemeye çalışıyor olamaz mı? Evcilik tek başına da olmaz ki.
Oyun hamurları ile en güzel pastayı yapamamış o küçük kız, yahut hep en mükemmelini yapmaya alışmış o kız şimdilerde de en iyi sofra sunumunu yapmaya çalışıyor olamaz mı?
Hiç oyuncak evi olmamış o küçük kız evini bir barbie evi gibi dizayn edip diğerlerinin gözünün içine sokuyor olamaz mı?
En güzel bayramlığını doyasıya giyememiş, hiç piremses olamamış ve hep bunu arzulamış o kız kıyafetlerini sergiliyor olamaz mı?

Yahut her daim en şıkır şıkırı giydirilmeye alıştırılmış o kız,  hep bi piremses olmuş o kız hala alışkanlıklarını devam ettiriyor olamaz mı?
İşi gerçeklikten ve sonuçlarından dramatize ederek uzaklaştırdıysam affola. Lakin inanıyorum ki; anlamı bulmak devayı bulmakla eşdeğer. Ben diyorum ki bu iğneleyici dilimizi rafa kaldırsak, anlam ile baksak, bu fenomenleri ve onları takip edenleri ve hatta onlar gibi olmayı arzulayanları dengede yorumlasak, ardından dillendirerek ve iğneleyerek bir yerleri nasıl parlattığımızın farkına varsak, peşine de bir kahve de biz yapsak?

Gelin kısmı getirdiği çeyizi ile anılırmış. Çeyizi ne denli zengin ise gelin o denli kıymetli ve mahir bilinir, ona göre değer biçilirmiş? Bu geleneğin kodlarını hala içeride bir yerde hisseden birileri var. Hislerini bilerek ya da bilmeyerek farklılaştırarak devam ettiren, gösteren birileri var. Teşhir etme arzusunun abartıldığı, göstermenin değerli olmakla eş değer tutulduğu, ‘görünmüyorsan aslında yoksun' diyen bir alet ve getirileri ile muhatap olduğumuz kısma değinmiyorum bile. Belki bu daha sonranın konusudur. Fakat gelinin, gelin olmanın ilk anından itibaren gözde olma meselesinin ne denli eskiden bugüne geldiğini bilmekte, bu aktarımların farklı yansımalarına şahit olduğumuzu fark etmekte fayda var diye düşünüyorum. Bugün “Vah vah vah! Mahremiyet diye bir şey kalmadı, kızım her şeyinizi internette paylaşmayın” diyen yurdum teyzesi ile gelinin takılarından oturma grubuna kadar hepsini didikleyen ve kapı kapı bunu gündem eden yurdum teyzesinin aynı kişi olduğunu bilmekte bence fayda var.

Peki senin benim çeyizimizde ne var? İnsan sandığına ne koyuyor ise etrafına da o sandıktan çıkardıklarını ikram ediyor. Bazen de sandık kendinden taşıveriyor. Birilerinin sandığında sadece bardak, tabak, yatak örtüsü, pempiş pelüş yastıklar olabilir. Benim sandığımda ne var? Sandığıma koyduklarımdan hangisi bana ait ve hangilerini hala taşımak istiyorum? Sanki buraya biraz nazar etsek o görünen tabaklar, bardaklar, örtüler, perdeler ve dahi onların linkleri birer birer çatlayacak, çizilecek, yırtılacak.

Yeni gelinlere ve sandığına sahip çıkanlara bir küçük temennide bulunarak sonlandırayım. “ Hayırlı olsun güzel kızım. Sandığında ne olduğunu ve hangi hayatı yaşadığını her an fark ederek yaşa e mi? Maşallah sana.” 

Bu yazı toplam 570 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar