Baba ve İnşa
Geleneksel toplumda baba rolü her ne kadar otorite, tedarik, saygı, korku ve güven kavramlarını çağrıştırsa da, post modern sonrasını yaşadığımız toplumda işler değişmektedir. Değişmiştir demek isterdim. Ancak ne yazık ki henüz tam değil. Şöyle ki, 19. yy'da yüzyılda sanayi devrimi ile başlayan modern toplum düzeninden bu yana “geleneksel baba” rolü hızlı bir evrim sürecine girdi. Önce, Tanzimat dönemindeki batılılaşma yönelimleri “ahlak öğretmeni baba” modelini doğurdu. II. Dünya Savaşı sonrası azalan erkek nüfus karşısında yalnız anneler tarafından yetiştirilen erkek çocukların efemine olma riskine karşı Batı’da gelişen “makbul baba” kavramı, post modern yönelimlerin başladığı 1970’lerde annenin çalışma hayatında daha aktif rol almasıyla beraber hem Batı’da hem bizde “ilgili baba” kavramına evrildi. 2000’li yıllarda ise ilgili baba, “çizgi dışı baba” kavramına dönüştü. Çizgi dışı baba, ev işlerinde ve çocuk bakımında anne ile eşitlikçi, çocuklarıyla yakın ilişki kuran eğlenceli babayı tarif eder. Geleneksel baba, sarkacın diğer ucundadır; tedarikçi, eğitici, karar verici, otoriter, mesafeli, sevgisini ifade etmede içedönük … Evrim sürecinin ara dönemlerindeki baba rolleri, geleneksel baba rolünün üzerine giydirilen değişim zorlamalarıdır aslında. Ahlak öğretmeni baba, çocuklarının yanı sıra eğitimsiz eşini de ahlaki deformasyona karşı eğitme ve kontrol altında tutma görevini üstlendi. Makbul baba, erkek çocuklara rol model olmaya çabaladı. İlgili baba ise işten arta kalan zamanında çocuklarıyla parka gitti, onları sinemaya, camiye ve diğer sosyal alanlara götürdü.
Günümüzde çoğu baba hala geleneksel baba figürünü ana kalıp olarak kullanmakta, değişen toplumun baba olarak kendisine eklediği rolleri ise özveri olarak görmektedir. Çizgi dışı baba çizgisine kendini evirebilen baba sayısı ne yazık ki çok az. 2017 yılında AÇEV tarafından yapılan araştırma sonucuna göre toplumumuzda çizgi dışı babaların oranı %0,6 olarak tespit edilmiş. Bunda, entelektüel birikimi az çoğunluktaki “tarım toplumu eril kural koyucu anlayışına dayanan güçlü geleneksel kültür aktarımının etkisini” göz önüne almak gerekir. Bu durumda, başta saydığımız geleneksel babalık rolünün çağrıştırdığı kavramların halen ne kadar geçerli olduğu değerlendirmesi yapmak yerinde olacaktır. Yaşadığımız toplumda baba modelinin kavram kapsamına dair işler pek o kadar da değişmemiş anlaşılan. Sizin babanız ya da çocuklarınızın babası çizgi dışı mı? Cevabınız evet ise, çağa ayak uydurabilmiş bir babadan bahsediyoruz demektir. Yani kendini inşa edebilmiş..
Gelenekselden çizgi dışı babalığa uzanan yelpazede hangi noktada olursa olsun, babayı tanımlayan ve belirleyen çok önemli bir kavramdır “İNŞA”. Çocuğun birey olarak inşa edilmesinde anne ve çevre ile beraber rol alan en önemli üç unsurdan biridir baba. Baba, çok önemli bir inşa edicidir; önce çocukları, sonra çevresindekiler, nihayet toplum ve insanlık için.
İnşa etmek, sözlüklerde önceleri “ortaya çıkarmak, icat ve ihdas etmek, yaratmak” anlamlarıyla yer alırdı. Sonraları “kurmak, üretmek, yazmak” anlamları kazandı. Genel olarak “yapmak” ile eşdeğer anlamda kullanılır. Fakat İnşa etmek, yapmak eyleminin psikolojik, sosyal ve ahlaki boyutlarıyla düşünülerek itina ile gerçekleştirilmiş halidir. İnşa birimlerini tek tek seçip tam olması gerektiği yere özenle koyarak bütünü kurmak, “sanatlı yapmak” anlamı taşır. İnşa etmek, mimarlıkta fiziksel yapma anlamı içerirken, edebiyatta düz yazıya karşılık gelir. Sosyolojik bir kavram olarak ise bireylerin yetiştirilmesi ve giderek toplumun kurulması için kullanılır. İnşa birimleri, bireylerin inşasında değerler, kültür, ahlak, bilgi gibi tuğlalardır.
Bireylerin inşasında babalar önemli bir usta rolündedir. Baba, kamusal ve sosyal yaşama hazırlar biz çocuklarını. Tehlikelere karşı eğitir. Bazen tehlikeyi bizzat kendisi kurgular, bazen var olan bir tehlikenin içine düşmemize göz yumar. Fakat arkasını dönüp gitmez. Fark ettirmeden gözlemler daima. Hata yapmamıza izin verir bir ölçüye kadar, çünkü hatalar en iyi hayat dersleridir; bireyi inşa eden altın tuğlalar gibidir her biri. Tam çıkmaza düşecekken görünmez elini uzatıp çıkarıverir baba. Yok olmamıza izin vermez. Yine babalığını yapar. Hemen affeder. Affetmeye dünden hazırdır zaten. Güven hissi bu türden yaşanan tecrübelerle oluşur ve gelişir bireyde.
Bazen kendi tecrübelerini paylaşır baba, hikayelerini anlatarak.. Babaların anlattığı her bir tecrübe çocuğun birey olma yolundaki inşasında gümüş bir tuğla gibidir. Sevinçlerini paylaşır baba, mutluluklarını, öfkelerini paylaşır kimsenin hakkına girmeden.. Hakka girmemeyi öğretir fark ettirmeden. Heyecanlarını, korkularını ve endişelerini paylaşır, ürkütmeden.. Bazen hayretlerini paylaşır. Bazı hikayelerinde birçok duyguyu bir arada aktarır davranışlarla harmanlayarak. Bu, bir tür somut olmayan kültürel miras aktarımıdır aslında.
Babamın anlattığı, kültürel miras niteliğinde bir anı beni çok etkiler her anımsadığımda. Hikaye, ilme hürmet ve esasen nezaket hakkındadır. 60’lı yıllarda, babam İstanbul Fatih’te lise öğrencisi iken bir gün okulun avlusunda arkadaşlarıyla teneffüstedirler. Avluyu binaya bağlayan merdivenlerinden iki kişinin sohbet ederek çıktıklarını görürler. İkisi de okul cemiyetinin yönetim kurulu üyesidir ve yurt ile ilgili ihtiyaçları görüşmek için derin bir sohbet eşliğinde teşrif etmektedirler. Biri kısa boylu, uzun sakallı Hacı Raşit, diğeri uzunca boylu, ünlü doktor, Niyazi (Kurtulmuş) bey. Her ikisi de kendi alanında ilim sahibidir. İlme saygıdan olsa gerek, okulun giriş kapısına geldiklerinde yol verme nezaketini kimse diğerine bırakmak istemez. Hacı Raşit erken davranır; “Buyrun efendim!”. Niyazi bey nezakette geri kalmaz ve aralarında şöyle bir diyalog başlar; “Rica ederim Hacı Raşit!”, “Estağfirullah Doktor Niyazi!”. Birkaç kez tekrar edilen bu diyalog kim tarafından sonlandırılır bilinmez. Fakat öğrencilerin dikkatinden kaçmamıştır ve derhal kulaktan kulağa yayılır; “Rica ederim Hacı Raşit!”, “Estağfirullah Doktor Niyazi!”… Örnek yaşantıyla verilen bu nezaket dersi, orada bulunan öğrenciler kadar, onların inşa ettiği kuşak olan bizlere de her anlatımda çoğalan bir gümüş tuğla olarak miras kalmıştır. Biz de aktararak bizden sonraki neslin inşasına bir tuğla koyabilmeyi ümit ederiz.
Nesil inşa etmenin, toplum inşa etmenin, birey inşa etmek gibi, klasik edebiyatımızda düz yazı için kullanılan inşa kavramından söz etmiştik. Edebiyatta “inşa”, “süslü nesir” olarak da geçer. İnşayı nesirden ayıran en önemli özellik kelimelerin itina ile seçilip cümlelere sanatlı biçimde yerleştirilmesi ve metnin, bütünü gözetilerek en güzel ve uygun cümlelerle tıpkı bir bina gibi kurulması demektir. Bireyin inşasındaki tuğlalar “değerler ve bilgi”, harç ise “güzel ahlak” iken, edebiyattaki inşanın tuğlaları “kelimeler”, harcı “söz sanatları”dır.
İnşa, mimarlıkta da aynı yaklaşımı içerir. İnşa eylemek, alelade bina etmekten farklı olarak; daha itinalı, sanatlı ve sosyal boyutu gözetilip önem arz eden yapım faaliyetlerini ifade etmek, veya yapım faaliyetinin bu yönlerini vurgulamak için kullanılır. Geleneksel mimarimizde yapıyı oluşturan birim “tuğla veya taş” iken “sosyal, toplumsal ve ahlaki amaç, ulvi niyet”, mimari inşanın gizli harcıdır; ki bu inşa edilen yapıyı varlık seviyesine çıkarır. Kişiyi birey yaparak insan mertebesine çıkaran inşa gibi..
İnşa etmek, ister edebiyat, ister mimarlık ve ister bireysel-sosyal alamda olsun, büyük emek, bilinç, bilgi, sevgi, sabır, ulvi bir niyet ve tecrübe ister. Zaman alır. Bu yüzden alelade yapılmış bir şeyden farklı olarak inşa edilerek vücuda gelmiş bir varlık, eserdir ve değerlidir. İnşa eden sıfatıyla babaların, bu eserlerdeki payı çok kıymetlidir; kendi çocukları olsun ya da etkileşimde bulundukları diğer insanlar olsun..
Babanın bir de özne olarak “kendini inşa etmesinden” söz edebiliriz. Yani birey olarak yetiştirilirken eksik kalan kısımlarını tamamlamasından veya hatalı kısımlarını tadil etmesinden.. Fakat bu konu sadece babalarla değil tüm bireylerle ilgili olduğundan ayrı bir yazı konusu olmalıdır.