"Pinochet Olayı"
Bir ülkenin kaderini pembe gözlüklere mahkûm edenlerin hikayesi: Pinochet Olayı
Birçok devletin yönetimi sırasında insan hakları ihlalleri karşılaşmak
mümkündür. Ancak bu ihlaller genelde gelişmemiş ülkelerde gerçekleşir ve
propagandası batı tarafından yapılarak dünyada yankı bulur. Değişmeyen bu
denge içerisinde batı, uzaktan izleme ve rolünü başarıyla üstelenmiştir, tıpkı
cenazelerde para karşılığı ağlayan insanlar gibi…
Uzun yıllar boyunca dünya bu komedi türündeki tiyatroyu izlerken, ülkelerin
kaderleri de birilerinin ellerini kirletmemek için piyonlara emanet ediliyordu. Bu
piyonlardan biri de Şili’nin unutulmaz liderlerinden Augusto Pinochet olmuştu.
1973 yılında darbeyle ülkenin başına geçen Pinochet döneminde 3 bine yakın
kişi hayatını kaybetmiş, bir o kadar insan da ortadan kaybolmuştu. 17 yıl süren
bu süreçte ülke sözümona kominizim belasından kurtulmuştu ancak Şili’yi milli
benliğinden uzaklaştıran bambaşka bir tehlikeye emanet edilmişti:
Neoliberalizm…
Dünyada ABD ve İngiltere’nin başını çektiği globalleşme hedefinin resmi
ideolojisi olan neoliberalizm Ronald Reagan ve Margaret Thatcher’in özel
gayretleri ile diğer ülkelerde de etkisini göstermeye başlamıştı. Pinochet de
“üst”lerinden aldığı direktiflerle Şili’yi adım adım yenidünyaya hazırlamaya
çalışıyordu.
Akımın öncüsü ekonomist Milton Friedman gibi birçok önemli ismin
danışmanlığında ekonomi politikaları belirlemeye özen gösteren Pinochet,
sendikaları ise düşman ilan etmişti. Sırf bu düşmanlık ülkeden 800 bin kişinin
sürgün edilmesine neden olmuştu.
Kendi her ne kadar kötü başkarakter olarak karşımıza çıkartılsa da biraz derine
indiğimizde bambaşka ve daha tehlikeli asıl karakterlerle karşı karşıya kalıyoruz.
Pinochet, talimatlarının çoğunu efsanevi politikacı ABD Dış İşleri Bakanı Henry
Kissinger’dan alıyordu. Ülkesinde vatanına ihanet ettiğini düşündüğü isimleri
kendi istihbarat birimleri yerine ise CIA’den almayı tercih ediyordu. Görevde
kaldığı süreçte birçok uluslararası mahkeme tarafından hakkında davalar açıldı.
Çoğundan da aklanarak 91 yaşında kendi kaderi ile bu dünyadan göçtü. Ölümü
sonrasında cezasını çekmediği için üzülenler de vardı, ne olursa olsun öldüğü
için sevineneler de… Kendisi her şeyi ülkesi için yaptığını ifade eden röportajlar
verirken cennete gideceğini dahi iddia ediyordu. Ama unutulmaması gereken
bir şey vardı o da Allah insanı en çok iddiası üzerinden vuruyordu.
Pinochet evet, kötü biriydi ancak asıl konuşulması gerekenler, yıllarca çeşitli
gerekçelerle ulusların kendi kaderlerini burnunu sokma cesaretini rahatlıkla
gösterebilen diğerleriydi. Sadece Şili değil, Kolombiya, Brezilya, Venezuela gibi
birçok Latin Amerika ülkesinin geleceğinde etki sahibi olmak isteyen güçlerin,
çeşitli gerekçelerle tıpkı Ortadoğu’daki gibi iç meselelere karışması maalesef
uzun yıllar boyunca engellenemedi. Çünkü batı özellikle kamuoyunu nasıl
yönlendireceğini çözmüştü, özellikle insanların kalbine dokunabilen konuları
seçerek, öncelikler üzerinden kendine pay hakkı çıkarıyordu. Bu gerekçelerden
biri de insan hakları ihlalleri olmuştu. Pinochet öncesinde ülkeyi yöneten
Salvador Allende’ye eleştiriler bu ihlaller üzerinden gerçekleşmişti. Allende,
devletçi politikaları benimseyerek her vatandaşa hak ettiğini verilmesini hedef
gösteren iyimser bir sosyalist çizgide ilerlemeyi hedefliyordu. Bu noktada
özelleştirme karşıtı tutum izleyerek “toplumsal mülkiyet bölgesi” politikasını
uygulamaya koyuldu. Politika özellikle burjuvazinin tepkisini topladı ve
Allende’yi dünyaya bir barbar gibi göstermeye yetti. Allende belli bir kesimin
daha fazla zengin olmasının önüne geçtiği için insan haklarını ihlal ediyordu ve
darbeyle indirilmeliydi, nitekim o dönem gerçekleştirilen bir röportaj sırasında
"komünist köpekler, ekmeğimizle oynuyorlar, asker uyumasın darbe yapsın,
kurtarın bizi" şeklinde sitem eden kadın her şeyi gayet güzel özetliyordu.
Allende yönetiminde olduğu söylenen hak ihlalleri, daha sonra asıl yüzünü
Pinochet’le halka gösterdi. Şili halkı uzun yıllar boyunca yaşam haklarının nasıl
ellerinden alındığının farkına varamadı bile. 17 yılın ardında seçimle beraber
Pinochet geri çekilebildi. Demir Leydi kendisini hep övgüyle andı ve onu “Şili’ye
demokrasiyi getiren adam” olarak takdim etti. Ancak Leydi’nin memleketi daha
sonra Pinochet’in kötü günlerini geçirdiği yer olarak nam salacaktı. Birleşik
Krallık ’ta tutuklanan Pinochet, bir süre burada hapiste kaldı. Tabi bu da uzun
sürmedi, bir başka sosyalist düşünceye yakın liderlerden biri olan Tony Blair,
sağlık gerekçesi ile Pinochet’i serbest bıraktı. Tüm bu gelişmeler sırasında Latin
Amerika küreselleşmenin pembe günlerini çoktan atlatmıştı. Şili’de yozlaşma
tartışmaları başlamıştı. Neoliberalizmin etkisinde tıpkı bizlerle benzer bir kadere
benzer bir kültür endüstrisi ülkeyi etkisi altına almaya başlamıştı. Dışardan her
şey başta toz pembe gözüküyordu. Sonrasında gelen liderler her ne kadar sol
görüşlü olsa da bu kötü gidişatın önüne geçemediler. Şu anda Şili’de milli
maçlardan ziyade Türk dizilerinin izleniyor oluşu da bunun en özel
örneklerinden biri. Belki evet, bizler için başarılı bir yumuşak gücün karşılık
bulması hoş ancak karşımızda kendi benliğini popüler kültüre yok ettirme
niyetinde olan bir ülke olduğunu da unutmamak gerekir.
Şili’de gördüklerimiz bugün elini kana bulaştırmadan insanların yaşam haklarını,
özgürlüklerini ellerinden alan batının sadece kısa bir özeti. Mısır’da hatta
Tacikistan’da bile yönetimlerin kaderini kolayca etkileyebilen malum güçlerin
ulusların kaderini tayin ederken bir yandan da en büyük hak ihlallerini
gerçekleştiriyor oluşları bize yine tek bir şeyi hatırlatıyor: “Asra yemin olsun ki
insan mutlaka ziyandadır.”
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.