PİYASALAR

  • BIST 1009716.77-0.05%
  • ALTIN2427.694-0.04%
  • DOLAR32.570.15%
  • EURO35.0030.66%
  • STERLİN40.8050.89%
  1. YAZARLAR

  2. Tuba Şahin

  3. Kara Delik
Tuba Şahin

Tuba Şahin

Yazarın Tüm Yazıları >

Kara Delik

A+A-

Bir kadın, kadın olduğunu hiçbir şart altında unutmaz’’ diyen Ariadne Vromen bu sözleri sarf ederken erkekler üzerinde cevap hakkı doğuracak bir tartışmayı mı hedefledi dersiniz? Kimi koşullarda erkek olduğunu unutan bir kitleden mi söz etmek istiyordu? Sanayileşmenin, kırsaldan kente göçün ve nihayetinde büyük patlama gösteren teknolojinin birçok şeyi di’li geçmiş zamana gömmesi…

Geleneksel aile yapısına baktığımızda kadının ve erkeğin resmi ne kadar nettir. Özellikle bizim toplumumuza İslam’ın lütfettiği aile terbiyesi içinde kadına ve erkeğe verilen eşdeğer, kadının ve erkeğin farklı üstünlüklerinin yaşantımızdaki izdüşümlerini yerleşik hale getirmiştir. İslam kadını ezmiyor, ezik göstermiyor, bir mücevher gibi kıymetli ve eşsiz görürken, erkeği bu mücevheri koruyup kollayan bir kahraman gibi görüyordu. Bu muazzam düzen içinde mutluluk da huzur da yerini buluyor cinsiyet farklılıklarından doğan içsel tatminler gerçekleşebiliyordu. Haramdan kaçınmak ile helali kabullenmek eşsiz bir denge yaratıyordu. Türk toplumunun geleneksel yapısının İslam’daki aile yapısıyla bütünleşmesi de zor olmamıştı. Kadın evde, tarlada, bahçede, erkek dışarda ev için çalışıyor, her iki cins de bedensel hünerlerini bu yolda sergileyebiliyordu. Sanayileşmenin, kırsaldan kente göçün ve nihayetinde büyük patlama gösteren teknolojinin birçok şeyi di’li geçmiş zamana gömmesi, kadınların görece yükselişine sahne olurken erkekler bu karadelikte yavaş yavaş kaybolmaya başladılar.

Terzimiz de kendimizdik, söküğümüz de

İçinde bulunduğumuz yüzyılda, bir öncekinde ancak sinema filmlerinde, çizgi filmlerde, reklamlarda gördüğümüz ve sadece hayal ürünü ya da tuhaf diye nitelendirip geçtiğimiz her şeyin, bizzat yaşandığı görüyoruz. Oysa 90’lı yıllarda hayatı biz düşünüp biz yaşıyorduk. Tüm olasılıklar mümkün ve tahmin edilebilir boyutlardaydı. İnsan insan gibi yaşıyor, insan kadar hata yapıyor, insandan insana dönüşüyordu. Lunaparktaki çocuklar gibi mutlu ve umutlu iken birilerinin bizim için kalıplar çıkardığını bilmiyorduk. Terzimiz de kendimizdik, söküğümüz de... Öyleyse bu romantizmin ve sıradanlığın büyüsü nasıl oldu da değişti? Yoksul-zengin ayrımında ayakta kalmaya çalışan kentlinin direnişi ile birleşmiş ve beraberinde o tipik Türk Aile geleneğinin yokuş aşağı yuvarlanışına sahne olmuştur. İngiltere ‘de 18.yy’ın ortalarında başlayan Sanayi Devrimi ve endüstrileşme dünyayı sadece ekonomik alanda değil, toplumsal alanda da çokça değişikliğe sürüklemiştir. İnsan gücünden makineleşmeye giden yolda zamanla makineleşen insan, mekanikleşen ise insan hayatı olmuştur. Bu gelişmelerin paralelinde ülkemizde 1927-1950 yılları arasında yoğun bir köyden kente göç dalgası başlamıştır. Tarımda makineleşme ile gelen gizli işsizlik, toprakların miras nedeniyle parçalanması, iklimsel şartlar, toprak verimsizliği, terör, kan davası gibi pek çok nedenler önce kırdan kente, ardından kentten kente göçün artmasına yol açmıştır. Köyden kente göçün ekonomik değerler üzerindeki etkisinin yanı sıra toplumsal değişimi de ardından sürüklemesi kaçınılmaz olmuştur. Kent yaşamı içinde varlığını sürdürmeye gayret gösteren köylünün değişimi, yoksul-zengin ayrımında ayakta kalmaya çalışan kentlinin direnişi ile birleşmiş ve beraberinde o tipik Türk Aile geleneğinin yokuş aşağı yuvarlanışına sahne olmuştur. Gerek kadın-erkek gerekse erkek-aile ilişkilerine bir inip bir yükselen bu sosyal endeks zaman içinde bir kısım problemler doğurmuş, görünenin aksine en çok da erkekler üzerinde olumsuz etkiler göstermiştir. Kadın eski çağlardan bu yana erkek egemenliğe tabi durumda, korunma, teslim alınma gibi kendi özünde barındırdığı yüce duyguların temsilcisi olmuştur. Ancak gelişen dünyada farkındalığı arttıkça kadınlar artık susmayan, haksızlıklara karşı gelen, yüksek sesle ağlayan, irdeleyen taraf olmayı başarmıştır. 80 ‘li yıllarla beraber emeğin yerini ücretin aldığı işlere el atarak ekonomik alanda da erkeklerle yarışacak düzeye kısmen de olsa gelmiştir. Kadının iş hayatında hem kas gücü hem beyin gücüyle etkin rol oynaması erkek egemenliği üzerinde ciddi sarsıntılara yol açmış ve toplumun farklı kesimlerinden her biri ayrı çatlak sesler çıkmaya başlanmıştır. Dünya dönüşürken değişim kadınlardan yana görünür ve bu dönüşüm erkeği fiziksel üstünlüğünün dışında daha başka nitelikler kazanmaya mecbur bırakır. Maçoluktan metroseksüelliğe evrilen erkek geleneksellikle modernizm arasında sıkışıp kalacaktır. Gender teorilerinin, diğer bir deyişle erkeklerin başına türlü bela açan toplumsal cinsiyet çalışmalarının ve yeryüzünün altını üstüne çeviren feminizm çığlıklarının arasında savrulma yaşamamak mümkün olmayacaktır. Dönüşüm kadınların bireyselliğini desteklerken diğer tarafı bir havaifişek gibi gökyüzüne fırlatmıştır. Erkeğin üstün nesnelliği karşısında direnen kadının üstün öznelliği, direnirken diri kalmayı başarmış kadınların, erkekler nispeten bu dönüşümlerden daha az hasarla çıkmasını sağlamıştır. Her değişimin kendi içinde baskıcı yanlarının olduğunu kabul edersek, erkek üzerinde yapmak istenen ya da daha dürüst olmak gerekirse yapmak istediğimiz değişiklikler onların bize yaptığı baskıdan nicelik olarak çok da farklı değildir. Örneğin modern doğum kontrol yöntemleri bulunmadan evvel kadınlar üzerinde oluşturulan “kadın değil misin, doğuracan tabi!’’lerin yerini ‘’kadın istediği zaman anne olur’’ a bırakırken hayli zor bir toplumsal sınav verildiği doğrudur. Nasıl ki genetiği ile oynanan meyveden şeklen eskisinden daha düzgün ama eskisi kadar lezzetli olmayan tatsız tuzsuz ve faydasız yeni bir meyvemsi ortaya çıkıyorsa erkeklerinde doğasıyla oynandığı ve ortaya hiç de memnun edici olmayan bir erkeğimsilik çıktığını düşünebiliriz. Bugün üzerinde çokça kuşku bulunduran üreme sorunlarının temelinde de bu tip ince ayarların olduğu kanısındayım. Bunun için asıl hedefe varan yolda, aile yapısını bozmak, sevileni temelden yok edip, saygı duyulanı hiçleştirmek adeta kutsal amaç olarak gösterilmektedir. Evet kadınlar suistimale uğramıştır, şiddet görmüş, boyun eğmiş, yok sayılmıştır. Fakat kaş yapalım derken çıkarılan göz bizim için önemlidir. Eril tahakkümden kurtulmak isterken kendi temelimize dinamit koymak ne denli doğrudur. Okulda, iş yerlerinde, mecliste, hastanede kadınla arasında statü farkı kalmayan erkeğin evindeki kadın üzerinde düşünce ve davranışları değişmemiş olabilir mi?

Şiddet yanlısı eş, kendi açmazlarının bedelini karısına ödetmekten çekinmez

Çalışan kadının hem evde söz hakkı artmış, hem de dışarda erkeğin yapabileceği herşeyi tek başına halleder duruma gelmiş olması erkeklerde bir içe çekilmeye neden olmaktadır. Araştırmalar çoğu erkeğin hizmet sektörünün genişlemesiyle işsiz kaldığını, hele hele yapay zeka devreye girdiğinde bütünüyle işsiz kalacağını göstermektedir. Bunun sonucu olarak modelsiz ve yönsüz kalan erkeğin evlenmeyerek, çalışmayarak, baba olmayı reddederek intikamını aldığını da söyleyebiliriz. Devamında intihar, madde bağımlılığı ve suça karışma derken dosya hayli kabarmaktadır. Kendini ifade etmekte doğası gereği kadınlar kadar dışavurumcu olmayan erkekler toplumun kaba, cahil gibi sıfatlarından korunayım derken, bu çözülmenin onlara kurduğu tuzaklara yavaş yavaş düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalabilirler. Bir kesimde bunlar yaşanırken, diğer tarafta ekonomik bunalımların arkasında kadınların çalışmasını sebep gören başka bir fotoğraf oluşmaktadır. Değişimlere ayak uyduramayan, donanımsız eğitimsiz bir kesimde ise acı reçete yine kadınlara, bu kez başka biçimde çıkarılmaktadır. Şiddet yanlısı eş, kendi açmazlarının bedelini karısına ödetmekten çekinmez. Onun beklentilerine yetişememenin, yetersizlik kaygısının sonucu olarak, eskiden kalma fiziksel üstünlük silahını devreye sokar... Gelsin cinayetler! Erkekler hakkını ararken bile kadın dilini kullanmaya, mağduriyet üzerinden haklılıklarını kanıtlamaya çalışıyor, şiddete taraf değil tabi olduklarını iddia ediyorlar. Dünyanın birçok farklı ülkesinde erkek hakları savunucuları olayların boyutunu hukuki mercilere taşıyor. Cape Town üniversitesi Felsefe bölümü başkanı David Benatar’ın yazdığı ‘’ İkinci Cinsel Ayrımcılık’’ adlı kitapta birçok ülkede erkeklerin zorla orduya alındığını, boşanma davalarında çocuklarının velayetini kaybettiklerini dahası birçok erkeğin şiddet kurbanı olduğunu savunuyor. Erkeklere yönelik cinsiyet ayrımcılığının varlığını savunan azımsanmayacak kadar çok örnek mevcut. Denglerin bu kadar değişmiş olması ürkütücü değil mi? Eşcinselliğin uygun bulunması, uygun bulmayanların taşlanması, medyanın sürekli bu tip yayınlar yapması, 21. yüzyılın bocalayan erkekleri için hazırlanmış güçlü sosyo-silahlardan bir diğeridir. Teknoloji ve sosyal medya kullanımının varlığı savaş stillerini de değiştirmiştir. Estetik operasyonlarla her biri birbirine benzetilen kadınların karşısında erkek artık aşık olmayacak, körü körüne bağlanmayacak, kendini kimse için yormayacaktır. Nasıl olsa hepsi birbirinin aynıdır. Kadının kendi bedeni üzerindeki özgürlük algısı ile ciddi şekilde oynanmış, nihayetinde bu durum erkeklerde aile kurmak zorunda değilim ya da acele etmeme gerek yok düşüncesine de yol açmıştır. Sporda, otoyolda, sanayide her yerde kendisiyle başa çıkabilen kadınlar, doğrusu hemcinslerini bile şaşırtacak boyutlara ulaşmıştır... Eşcinselliğin uygun bulunması, uygun bulmayanların taşlanması, medyanın sürekli bu tip yayınlar yapması, 21. yüzyılın bocalayan erkekleri için hazırlanmış güçlü sosyo-silahlardan bir diğeridir. Eşimiz, çocuğumuz, babamız ya da başka bir yakınımız bu tür tuzaklara düşürülebilir durumdadır. Kadınının kendisinden beklentisinin giderek azaldığını hisseden erkeğin kendisi de eşine eskisi gibi ilgi ve yakınlık göstermeyecek, tüm bu etkenler erkek zihinde bir domino taşı etkisi yaratacaktır. “Kadın kendini teslim eder, erkek de teslim alır. Toplumsal anlaşmalar yoluyla ve iyi niyetle mutlak adalet sağlamak için ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın bu doğa yasası aşılamayacaktır” diyen, başlangıcı da sayarsak her iki sözü de kendi söyleyen Nietszche bugün yaşıyor olsaydı yine aynı şeyi düşünür müydü sizce? Hem bir kadın, hem bir kadın yanlısı olarak ben bile olup bitenler karşısında aynı çelişkiyi taşıyorum. Güçlü kim güç kimin içinde? Bunca zaman duyulsun istediğimiz eşitlik olsun adalet olsun nidalarımız “Artık sana ihtiyacım kalmadı’’ lara mı dönüştü? Biz kazanan taraf mı olmak istedik yoksa ringte eşit şartlar yeterli miydi? Kaybettiklerimizin yanında kazancımızın bir önemi kalacak mı? Kaybolan değerlerimizin ne kadarından biz sorumluyuz? İnançlarımızı hayata dönüştürecek gücü bulmalı, kendimizi bir aralık yeniden gözden geçirmeliyiz. Yoksa hayat sahnesinde rol çalmak hepimize mutsuz son getirebilir... Sağlıcakla kalın.

Bu yazı toplam 20522 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar