
Şenol Metin'den önemli açıklamalar: "YÖK o kadar ilginç bir yapılanma ki..."
Eğitim-Bir-Sen Konya 2 No.lu Şube Başkanı Şenol Metin, yenikapihaber.com'a YÖK ile ilgili önemli açıklamalarda bulundu. Metin açıklamasında "YÖK o kadar ilginç bir yapılanma ki; Yetki ve sorumluluk alanlarının net olarak belirlenmemesi nedeni ile oluşan gri alanlar kötü niyetli yararlanıcılara alan açan bir yapılanma" dedi.
METİN AÇIKLAMASINDA ŞU İFADELERE YER VERDİ;
Yükseköğretime ve üniversitelere dair reform çağrıları, basın açıklamaları ve eleştirel yazıları ile bildiğimiz Şenol Metin aynı zamanda Konya üniversitelerinin yetkili sendikası Eğitim-Bir-Sen’in Şube Başkanı. Bugün kendisi ile Türkiye'deki tüm yükseköğretim kurumlarının çatı örgütlenmesi YÖK’ü konuşacağız. Daha doğrusu, 5 Kasım 2021’de YÖK’ün resmi web sayfasında yayınlanan ve ajanslara da servis edilen ‘YÖK 40. YAŞINA YENİ VİZYONUYLA GİRİYOR’ başlıklı (https://www.yok.gov.tr/Sayfalar/Haberler/2021/yok-40-yasina-yeni-vizyonuyla-giriyor.aspx ) açıklamayı konuşacağız.
Yenikapihaber;
Sayın Hocam;
YÖK’ün basın sunumu 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası Milli Güvenlik Konseyi (MGK) tarafından hazırlanarak 6 Kasım 1981'de yayımlanan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile kurulduğu bilgisi ile başlıyor. İsterseniz buradan başlayalım;
Şenol Metin;
YÖK’ün çalışmasının kamuoyu duyurumu çok doğru bir noktadan başlamış. 12 Eylül 1980 darbesinin ürünü bir metin olması dahi tek başına YÖK’ü kuran ve Türk yükseköğretim sistemini yapılandıran bir metnin değişmesi için yeterlidir.
2547 Sayılı Yükseköğretim Kanunu namı ile bilinen eldeki mevcut metnin zihin kodları askeri cunta tarafından yazılmış olsa da değişmeyen maddesi kalmadı. 68 madde ve 81 Geçici madde ile 121 sayfadan oluşan bir metin olarak 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun ilki yayınlandıktan 6 ay sonra yapılan değişiklikten sonra bugüne kadar 84 Kanun, 21 KHK ve 10 Anayasa Mahkemesi Kararı ile değişikliğe uğramamış maddesi yoktur. Hatta bazı maddeleri defaatle değişikliğe uğramış, yamalı bohçaya dönmüştür. Cunta zihniyetinin mahsulü olması yanında Yükseköğretim Kanunu’nun biçim bütünlüğü de yoktur, bozulmuştur.
Yenikapihaber;
Başkanım, açıklamanın devamında yükseköğretime dair sayısal veriler paylaşılmış.
Şenol Metin;
Evet, Yasanın kabul edildiği 1981 yılı öncesinde Türkiye’de toplam 19 üniversite vardı. 1982’de kurulan 8 üniversite ile toplam üniversite sayımız 27 olmuştu. Bugün 78’i Vakıf Üniversitesi olmak üzere 207 üniversite vardır. 1982’de 250 bini zor bulan öğrenci sayımız, bugün 8 milyondan fazla; 1982’de 20 bini bile bulmayan akademisyen sayımız, bugün 180 bine yakın ve bunun 90 binden fazlası öğretim üyesi…
Sayılar diyor ki; 2547 Sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği koşullar çok değişmiştir. Türkiye artık eski Türkiye değildir.
Böylesi zihniyeti hastalıklı, biçim bütünlüğü bozulmuş, yayınlandığı tarihteki koşulları değişmiş bir kanunda yapılacak revizyon ile 2023 Türkiye’sinin Yükseköğretim sistemi yönetilemez. Bu kanunda revizyon değil topyekun bir reforma ihtiyaç vardır, yeniden yazıma ihtiyaç vardır.
Zaten revizyon sayılabilecek onlarca değişiklik yapıldı ama sorunu çözmeye yetmedi.
Bir zamanlar Türkiye’de tüm siyasal aktörlerin 12 Eylül 1980 cuntasını ürünü olarak gördüğü YÖK’e dair ‘YÖK, YOK OLMALI!’ sloganında kendisini bulan ancak hiçbir iktidarın kaldırmaya cesaret edemedi.
40. Kuruluş yılını kutlayan YÖK’ün 41. Kuruluş gününü kutlamaması temennisinde bulunuyorum.
Yenikapihaber;
YÖK, üniversiteler üzerinde hiyerarşik yetkileri var mı?
Nasıl bir kurum?
Şenol Metin;
YÖK o kadar ilginç bir yapılanma ki;
Bugün itibarıyla sayısı 207'i bulan yükseköğretim kurumu, 8 milyonun üzerinde öğrenci, 180 binin üzerindeki öğretim elemanı ile oldukça geniş bir kesim için çalışmalar ve koordinasyon görevi yürütüyor. Koordinasyon kelimesinin altını çiziyorum.
FETÖ gibi kritik süreçlerde üniversite özerkliği kavramı maskelemesinde sorumluluk almaktan kaçınan ve sorumluluğu üniversitelere yıkan, ancak gerektiğinde ‘ordu göreve’ pankartında bir araya gelişi koordine eden koordinatör, çatı kuruluş işlevinin ötesinde formel ve informel yetkilere sahip bir yapılanma…
Bu yetki ve sorumluluk alanlarının net olarak belirlenmemesi nedeni ile oluşan gri alanlar kötü niyetli yararlanıcılara alan açan bir yapılanma…
Yenikapihaber;
Açıklamadaki başlıklara gelelim, izninizle;
Üniversitelerde kalite odaklı yapısal dönüşüm çalışmaları diye bir başlık gördüm.
Şenol Metin;
Evet, yapısal dönüşümü söylem bazında görebiliyoruz. Önceki YÖK Başkanımız Yekta Hoca’nın YÖK’ün 37. Kuruluş yıldönümünde açıkladığı Yeni YÖK konseptli açıklaması ile benzeşiyor.
‘Yükseköğretimde nicel değişimlerin yanı sıra üniversitelerde kalite odaklı yapısal dönüşümler ile ilgili çalışmalara devam ediliyor.’ Tespitinde bulunulmuş. Sayısal büyümenin sınırında bir yükseköğretim sistemimiz var. Artık bunu nitelik ile desteklememiz gerekiyor. Burada kilit rol ‘Yükseköğretimde Misyon Farklılaşması ve İhtisaslaşma’ başlığında üniversitelerin tematik ve fonksiyonel boyutta görev tanımlarının netleştirilmesi gerektiği ifade edilmiş ki 2015’ten beri tüm raporlarımızda, açıklamalarımızda bu cümleyi büyük puntolarla yazılmış olarak görürsünüz. Çok önemli, yavaş ilerliyoruz, politika tanımlamalarında YÖK üniversiteleri ikna edemiyor. Uluslararasılaşma değerli bir başlık, yayıncılık alanında Açık Bilim ve Açık Erişim Projesini destekliyoruz.
Özü yükseköğretimde kalite odaklı çalışmalara ihtiyaç var.
Yenikapihaber;
Hocam, Üniversitelerde akademik performansa dayalı yönetim anlayışı başlığında ne söyleyebiliriz?
Şenol Metin;
YÖK'ün yeni vizyonunda üniversitelerde "bilimsel üretkenliği" öne çıkaran çalışmalar, üniversite yönetimlerinin akademik performansı esas alan bir yönetim felsefesini benimsemesine, öğretim elemanlarının bütün bilimsel üretiminin yakından izlenerek üniversite içi yönetim politikalarının oluşturulması, atama, yükseltme, proje destekleme ve teşvik mekanizmalarının bu üretkenlik esasına göre yapılmasına büyük önem verileceği vurgulanmış.
Bu cümlelerin uygulamaya aktarılmasında ciddi sorun alanları üreteceği açık. Ayrıca akademik atama ve yükselme sisteminin ‘bilimsel üretkenlik’ sihirli kavramının arkasındaki tuzakları görebiliyoruz.
Öncelikle yayın sayısını esas alan bir akademik yükselme sistemi akademisyenlerimizi predotary yayıncılara, para ile yayın yapan yayın kartellerine ya da kirli ideolojik networklarının lojistiğine mahkum edecektir. Bu yapıların Türkiye’nin bilim üretme kapasitesini difuze etmek için her türlü aracı kullanan küresel rakiplerimize hizmet edeceğini de öngörmek gerekir.
Bilgi nihai süreçler tamamlanmadan yani ticari ürüne dönüşmeden mahrem bir şeydir, namustur. Yükseköğretim sistemimiz bilginin araştırılması aşamasında destek vermemektedir. Araştırılan bilginin yayına dönüşmesi aşamasına özellikle de uluslararası yayın boyutunda destek vermeden akademik yükselme ve akademik itibar üzerinden teşvik etmektedir. Bu ihanet üzerinde gaflettir. Bilgi, Türk akademisinin mülkiyet tescili yapılmadan, faydalı ürüne ve ticari ürüne dönüşmeden uluslararası yayın yolu ile difuze edilmesi en önemli güç kaynağımızın küresel sisteme peşkeş çekilmesidir.
Bir akademisyenin akademik yaşamı profesör unvanını almadan önceki dönem; doktora süreci, Dr. Öğretim üyeliği ve doçentlik süreci ile birlikte 17-20 yıl kadar sürmektedir. Profesör unvanını aldıktan sonraki dönem ise takriben 25 yıl kadar sürmektedir. Görüldüğü gibi bir bilim insanının akademik yaşamının yarıdan fazlası profesör unvanını aldıktan sonrası sürece aittir. Bir akademisyenin akademik anlamda en verimli dönemi, doktora sonrası süreçte başlamakta, pik noktasına doçent unvanının son yıllarında ve profesör unvanının alındığı ilk 2-3 yılda ulaşılmakta, 2-3 yıl süren bir plato evresi ardından düşüşe geçen trend 20 yıl kadar devam etmektedir. Tabi istisnaları, 60’lı yaşlarda olmasına rağmen ilk günkü akademik heyecanı, bilim üretme heyecanını taşıyan hocalarımı tenzih ediyorum.
Bu tespitlerin ardından;
Akademisyenin akademisyen kimliğini kazandığı doktora öncesi dönemde ki kahır ekseriyeti araştırma görevlileridir, bilimsel yönü olmayan idari işlemlerle meşgul edilerek yetiştirme süreci iyi değerlendirilememektedir. Bu dönem ‘kalkış/take of’ dönemi olarak çok önemlidir ve bu dönemde araştırma görevlilerimize iyi bir bilim insanı kimliğini kazandırmak için her türlü destek verilmeli, yetiştirme amacına matuf olmayan sınav dahil üzerlerindeki her türlü idari yük alınmalıdır.
Akademik üretkenliği teşvik için öğretim üyesi atama yönetmeliklerine getirilen kriterlerin doğruluğu ve etkinliği ile ilgili çekincelerim olmakla birlikte akademik üretkenliği teşvik için getirilen ağırlığı yayın olan kriterler, akademisyenin en üretken olduğu Dr. Öğretim Üyesi, Doçent ve Profesör atama sürecine aittir. Bilimsel üretkenliğin düştüğü profesör unvanının alınışından 4-5 yıl sonrası döneme ait herhangi bir teşvik edici mevzuat düzenlemesi yoktur. Daha net bir ifade ile kıdemli profesörlerimizin akademik verimliliğini arttıracak teşvik edici düzenlemeler yoktur ve acilen yapılmalıdır.
Son olarak da akademik atama ve yükselme sisteminin ‘bilimsel üretkenlik’ sihri üzerinden kurgulanması akademik yaşamın yarısı olan, akademisyen popülasyonumuzun yarıya yakını olan profesör düzeyindeki akademisyenlerimizde çalışmamaktadır. Akademik yaşam ile akademik yayın arasındaki ilişkiyi test eden Türkiye Bilimler Akademisinin (TUBA) yayınladığı rapordaki ters U grafiğinde de gösterildiği üzere bilimsel üretkenlik sihri akademide çalışmaz. Çünkü profesörlerimizi kapsam dışı tutmaktadır.
Yenikapihaber;
Bir de sizin de defaatle ifade ettiğiniz Üniversiteler ile işgücü piyasası arasındaki etkileşim de unutulmamış. Nu hususta ne düşünüyorsunuz?
Şenol Metin;
Açıklamadaki Yeni Vizyona göre, üniversitelerin ülkedeki istihdama sağlayacağı katkı, YÖK'ün üniversiteleri değerlendirmesinde önemli bir faktör olacak. Yükseköğretim kurumlarının istihdamı özel bir odak haline getirmeleri beklenirken, Türkiye'de iş gücü piyasası ve üniversitelerin kendi mezunlarının istihdamlarını izleyen bir yönetim anlayışının hızlandırılması hedefleniyor. Milli teknoloji hamlesi için ihtiyaç duyulan iş gücü profilinin belirlenmesi, bu ihtiyaca dönük yükseköğretim programlarında güncelleme yapılması da düşünülmüş.
İlk olarak 2015’te üniversitelerin mezun izleme birimleri kurmaları gerektiğine dair çağrımızın YÖK’te makes bulmuş olması sevindirici. Yine 2018’den itibaren üniversitelerin kariyer ofisleri kurmuş olmaları da değerli çalışmalar. Ancak yükseköğretim programlarının, program içeriklerinin ile iş gücü piyasasının aradığı nitelikler arasındaki makas çok büyük. Sayısal uyum zaten olmadığı için söylemiyorum bile. Bu alanda üniversiteler güçlü kariyer birimleri kurmalıdır. Bu birim görev tanımlamasını 3 alanda yapmalıdır;
İlki reel sektör detaylı iş analizi yapıp bunu öğretim programlarına dönüştürecek öğretim programları birimi,
Bu birim aynı zamanda mezun izleme birimi ile etkileşim içinde mezunların yeniden eğitim ihtiyacını da giderecek program tasarımları yapmalıdır.
İkincisi mezunlarının istihdamını takip edip bu networku yeni mezunların istihdamında değerlendirecek mezun iletişim birimi,
Üçüncüsü ise sorun/proje pazarları düzenleyerek Üniversitenin Yüksek Lisans ve Doktora Programlarını sanayi ve hizmetler sektörünün AR-GE’si ve bilgi ihtiyacını gidermek üzerine yapılandıracaktır. Aynı zamanda bu birim mezunları ile bölgesindeki start-up girişimciliğe danışmanlık hizmeti sunacaktır.
İstihdam odaklı çalışmalarda asıl yapılması gereken ise;
Üniversitelerimiz yatay büyümeyi durdurarak, birbirinin kopyası üniversiteler yerine farklılaşmalı, öncelik alanlarına odaklanmalıdır.
Fakülteler de dahil olmak üzere Meslek Yüksek Okulları ve tüm üniversite programlarının işgücü piyasası ile uyumu sağlanmalı, bu amaçla iş gücü piyasasının talebi iş analizine dayalı olarak detaylandırılmalı ve programlanmalıdır.
İşlevselliği kalmayan, iş gücü piyasası ile bağları zayıflamış programlarda içerik düzenlemesi, dönüşümü hatta gerekiyorsa kapatılması da dahil olmak üzere nitelikli bir çalışma yürütülmelidir.
Üniversite Yüksek Lisans ve Doktora Programlarını akademisyen yetiştirmek üzere değil sanayi ve hizmetler sektörünün AR-GE’si ve bilgi ihtiyacını gidermek üzerine yapılandırmalıdır.
MYO öğretim programları 1 yılı teorik eğitim, 1 yılı da işletmede işbaşında eğitim olarak kurgulamalıdır.
Mühendislik programları başta olmak üzere uygun lisans programlarında da 3 yılı teorik eğitim, 1 yılı da işletmede işbaşı eğitim olarak planlanmalıdır. Hatta 5 dönem teorik, 3 dönem işletmede eğitim dahi düşünülmelidir. Tıp eğitimindeki model iyi bir model olabilir, transfer edilebilir. Bu reel sektörün iş gücü maliyetlerinin düşürülmesine katkı sunarken öğrencilerimiz de hayatın içinde bir eğitim alma şansını yakalayacaktır
Yenikapihaber;
Üniversite sayısı, her ile üniversite, hatta Bandırma, İskenderun, Alanya örneğindeki gibi ilçelere dahi kurulan üniversiteler için ne diyorsunuz?
Şenol Metin;
Türkiye’nin 131’i Devlet olmak üzere 207 üniversitesi var. Bizim 4 katımız nüfusa sahip ABD’de 6000’e yakın, Bizden biraz fazla nüfusu olan Filipin’lerin 2000’den fazla, Bizim yarımız kadar nüfusu olan İspanya’nın 1400, Arjantin’in 1700, Bizim ölçeğimizdeki Fransa’nın 1000, Almanya’nın 300 üniversitesi olduğunu değerlendirdiğimizde sorun üniversite sayısı değil, üniversitenin ne anlam ifade ettiği, nasıl bir misyon üstlendiğidir.
1982’de çağ nüfusunun ancak % 6’sı yükseköğretim hizmeti alabiliyordu. Ak Parti’nin iktidara geldiği 2002’de yükseköğretimden yararlanma oranı açıköğretim hariç % 20’ler seviyesinde, açıköğretim dahil % 24’ler civarında idi. Bugün ise açıköğretim hariç yükseköğretimden yararlanma oranı % 45’i aşmıştır. Açıköğretimi dahil ettiğimizde çağ nüfusunun tamamı yükseköğretimden yararlanabiliyor. Dünya ortalamasının % 33 olduğunu düşündüğümüzde gençlerimizin tamamının yükseköğretimden yararlanabilmesi büyük bir başarıdır.
1982’de az sayıda seçkin zümrenin yararlandığı elitist bir anlayışla sunulan yükseköğretim hizmeti, bugün isteyen herkesin erişebildiği kamu hizmetine dönüşmüştür. Yükseköğretimin niteliğine dair ölçeklerde başarı sıramız ölçeğine göre değişmekle beraber, on yıllardır 20-25'li sıralar civarındadır. Ekonomi büyüklüğünde sıramızın 17-20.sıralar olduğu düşündüğümüzde akademimizin dünya ligindeki sırasının makul olduğu söylenebilir.
Burada paradoksal olan husus, yükseköğretime ulaşılabilirlik noktasında destansı bir başarıya imza atan, her bir göstergede Dünya ortalamasından en az % 50 daha iyi durumdaki Türkiye, yükseköğretimin niteliği noktasında da benzer bir başarıya imza atabilir mi?
Bu mümkün,
Ama günü kurtaran çözümlerle değil.
‘Her İl’e Üniversite’ stratejisi ile yükseköğretime erişim problemi kalmayan ve çağ nüfusunun tamamının yükseköğretim hizmeti alabildiği bir konjukturde, üniversitelerimiz kolay olanı tercih etti ve yatay büyümeyi önceledi. Fakülte ve yüksekokullar açılırken, öğretim programları düzenlenirken, işgücü piyasasının talebi dikkate alınmadı. Bu, üniversite mezunlarının işsizlik oranının, ülkenin genel işsizlik oranının 2 katını bulmasına neden oldu.
Mesleki bilgi ve beceri transfer edemeyen, diplomalı işsiz yetiştiren üniversite, cazibesini kaybetti. Bunun yıllar içinde tekrar ettiği, bir çözüm üretilemediği görülünce önce MYO programları ardından lisans programları boşaldı.
Ancak gelinen nokta eğer gerekli tedbirler alınmaz ise tıp gibi, bazı mühendislikler gibi programlar hariç sistem çökecek.
Öncelikle üniversite demenin kırmızı plakalı araç demek olduğundan, şatafata dayalı kamusal harcamalardan vazgeçmeliyiz.
Ardından yükseköğretim reformunu bir paket halinde hayata geçirmeliyiz.
İlk önce
Toplumun en muhafazakar kesimini oluşturan üniversitelerimizin ve bunun çatı örgütü YÖK’ün iç dinamikleri ile böylesi kapsamlı bir reformu başaramayacağı açıktır. Ancak yine de yükseköğretimin çatı kuruluşu YÖK’ün ortak aklı arayan bir bakış açısı, tüm paydaşlara alan açarak 2547 Sayılı Kanunu tartışmaya açması ve siyasi iradeye rehberlik etmesi mümkündür.
Bu sürecin en temel parametresi katılımcılık olmalı, hiçbir düşüncenin ve hiçbir grubun dışlanmasına izin verilmemelidir. Hatta öyle ki en aykırı düşüncenin bile ifade edilmesine imkan verilmelidir. Bu çerçevede her bir üniversitede tüm toplumsal kesimlerin hususende alan STK’larının etkin katılımı ile bölgesel çalıştaylar ile oluşan raporlar 2023 ve 2071 Türkiye’si Yükseköğretim Vizyonu metnine kaynaklık edebilir. Bu Vizyon Belgesi de Yükseköğretim Kanunun çerçevesini belirler ki vizyon metni ardından kanunun hazırlanması siyasi irade açısından teknik ve hukuki bir süreçten ibaret olacaktır.
Tabi bu süreçte siyasi iradenin karar vermesi gereken en önemli ve öncelikli husus Yükseköğretim sisteminin kim tarafından ve hangi örgütsel modelle yönetileceği sorunudur.
Halen koordinatör çatı yapı olarak kurgulanmış ancak koordinasyon boyutunu çoktan aşmış Yükseköğretim Kurulu benzeri bir yapı üzerinden mi yönetilmeli veya Yükseköğretim sistemi bakanlık yapısı üzerinden mi yönetilmelidir?,
Bakanlık yapısı kurgulanacak ise Yükseköğretim Kurulu’nun işlevi ne olmalıdır?
Yükseköğretim Bakanlığı bilgi üretme (araştırma), bilgiyi transfer etme (eğitim/öğretim) hizmet sunumu fonksiyonlarını hangi örgütsel formda gerçekleştirebilir?
Öncelikleri ne olmalıdır?
Bu tercihlerin olumlu olumsuz yönleri detaylı olarak tartışılmalıdır.
Bizim önerimiz…
Elbette var;
Yükseköğretim sisteminin üst yönetiminin Bakanlık olarak örgütlenmesi ve üniversitelerimizin Yükseköğretim, Bilim ve Kültür Bakanlığının ana hizmet birimlerini oluşturması düşünülebilir. Atom Enerjisi Kurumu, Uzay Ajansı, TUBİTAK, İleri Teknoloji Enstitüleri gibi bilim üreten kuruluşlar ile Kültür ve Turizm Bakanlığının Kültür bölümü, Gençlik ve Spor Bakanlığının gençliğe hizmet üreten Gençlik birimi ile Yurt birimi, Meclise bağlı Milli Saraylar Birimi, kurulacak Yükseköğretim, Bilim ve Kültür Bakanlığının bağlı, ilgili kuruluşları olabilir. Yükseköğretim Kurulu ise kamu yönetiminde örneklerini çokça gördüğümüz Regülatör Yapı (EPDK, RTÜK, vb.) olarak kurgulanmalıdır. Standart belirleyen ve bu standartları denetleyen bir kurul olarak işlev görmelidir.
Yükseköğretim, Bilim ve Kültür Bakanlığının ana hizmet üreticisi üniversitelerimiz, fonksiyonel boyutta görev tanımını net yapmalıdır. Üniversitelerimiz, hizmet sunumundan özelikle de sağlık hizmeti sunumundan vazgeçmelidir. Üniversitelerimizin ağırlıklı işlevi eğitim-öğretimdir ve buna öncelik vermelidir. Araştırma işlevi için ise spesifik konuya indirgenmiş faaliyet alanı ile özel olarak kurgulanmış örgüt yapısı ile Batıda örneklerini çokça gördüğümüz Araştırma Üniversiteleri kurulmalıdır. Bu üniversiteler kesinlikle kitlesel eğitim-öğretim yapmamalıdır. Araştırma Üniversitelerinde eğitim-öğretim yalnızca nitelikli araştırmacı temininin bir boyutu olarak değerlendirilmelidir. Tekraren ifade ediyorum, araştırma üniversiteleri kesinlikle kitlesel eğitimin sayılarının cazibesine kapılmamalıdır.
Üniversiteler, eğitim öğretime ağırlık verirken, bir üniversitenin belli bir alanda ihtisaslaşması teşvik edilmelidir. Sosyal Bilimler, Sağlık Bilimleri ve Teknik Bilimler/Mühendislik alanında tematik üniversiteler kurulmalıdır. Üniversitenin temel eğitim birimi Fakülte olarak kurgulanmalıdır. Önlisans, lisans ve lisansüstü düzeylerde eğitim, fakültelerde verilmelidir. Yüksekokul, Meslek Yüksek Okulu, Uygulamalı Bilimler Yüksek Okulu gibi bilimselliği, karşılığı olmayan okul türü uygulamalarından vazgeçilmelidir. Yalnızca lisansüstü eğitim veren üniversiteler de kurulabilir ancak lisansüstü eğitimde enstitü modeli terkedilmelidir. Üniversitelerimiz öğretim programlarını tasarlarken interdisipliner, multidisipliner hatta transdisipliner yaklaşımlara alan açacak program esnekliğine sahip olmalı ve işgücü piyasasının ihtiyaçları dikkate almalıdır. Ayrıca hem öğrenci hem de öğretim elemanı boyutunda yatay ve dikey geçişlere imkan verecek esnekliği de bulunmalıdır.
Yenikapihaber;
Başkanım anlattıklarınızdan Eğitim-Bir-Sen’in yükseköğretime dair çok detaylandırılmış konulara odaklandığını görüyoruz.
Şenol Metin;
Eğitim-Bir-Sen sadece bir sendika değildir. Her konuya münhasır çalışma grupları ile ortak aklı arayan, tecessüm ettiren ve bunu raporlar ile kamuoyu ile paylaşan bir misyon hareketidir. Aynı zamanda Türkiye’ye vizyon tanımlaması yapan bir teşkilattır.
Son olarak;
Bir meslek kazandıramayan, beceri transfer edemeyen üniversitelerin anlamını kaybedeceği bir süreç bizi bekliyor.
ABD Yükseköğretim Kurumları Birliği’nin yükseköğretim ve öğrenci başarısı için işveren öncelikleri başlıklı yaptığı bir çalışmada;
“İşverenlerin %93’üne göre, işe alınacak kişinin eleştirel düşünce, iyi iletişim, ve karmaşık problem çözme beceri ve kapasitesi, hangi bölümü okuduğundan daha önemlidir.”
diyor. Bu veri büyük fırsatları ve riskleri barındırıyor.
Yenikapihaber;
Son söz olarak?
Şenol Metin;
Bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ediyorum.
YENİKAPİHABER.COM / ÖZEL


HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.