Zikzak politikası kıskacında Türkiye'nin AB üyelik süreci

AB'nin genişleme politikası çerçevesinde diğer ülkelerden istemediği kriterleri Türkiye'den istemesi ve Kıbrıs konusunda olduğu gibi Türkiye'ye özgü koşullar getirmesi objektif bir üyelik değerlendirmesi değildir. Türkiye, AB'nin bu süreçte kendisine gösterdiği ‘zikzak politikasına' karşı Afrika, Asya ve Amerika açılımları ile cevap vermiştir. Böylece AB'nin Türkiye'ye olan ihtiyacı, tarih önünde ispat edilmeye başlamıştır

Uzun ve çetrefilli bir yol olan, gündemde uzun soluklu tartışmaları barındıran Türkiye'nin Avrupa Birliği (AB) üyelik sürecinin tarihi temelleri Avrupa Ekonomik Topluluğu'nun(AET) 1958 yılında kurulmasının hemen ardından 31 Temmuz 1959 tarihinde Türkiye'nin topluluğa ortaklık başvurusu ile atılmıştır. Türkiye, AET'ye ortaklık başvurusunda bulunmuş ve Türkiye'nin başvurusu AET Bakanlar Konseyi tarafından kabul edilerek Türkiye'nin üyeliğine ilişkin süreç başlamıştır. Türkiye'nin Batı Avrupa'da kurulacak bir siyasal birliğin dışında kalmak istememesi, gümrük birliğinden istifade ederek ortak pazarda önemli bir aktör olarak yer alma arzusu, Soğuk Savaş dönemindeki izolasyondan sıyrılma ve 1952'de NATO'ya girişiyle birlikte Batı bloğundaki yerini entegrasyonla güçlendirme çabası AET'ye başvurusunda temel etmenler olmuştur. Bunun yanında gerilimli olan Türkiye-Yunanistan ilişkileri göz önünde bulundurulduğunda;15 Temmuz 1959 tarihinde Yunanistan'ın AET'ye başvuruda bulunması ve Türkiye'nin AET dışında kalması durumunda Batı'daki konumunu ve ABD karşısındaki dengeleyici faktörü kaybedeceği endişesi Türkiye'nin AET'ye başvuruda bulunmasını tetiklemiştir. Türk demokrasi tarihindeki kara lekelerden birisi olan 1960 askeri darbesi sonrasında AET ile ilişkiler her ne kadar yavaşlasa da Ankara Antlaşması'nın imzalanmasıyla birlikte Türkiye-AET ilişkilerinde ilerlemeler kaydedilmiştir.

12 Eylül 1963 tarihinde imzalanan ve 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe giren Ankara Antlaşması ile birlikte Türkiye ve AET arasında "ortaklık antlaşması" imzalanmıştır. Ankara Antlaşması'nın 28. Maddesi ile "...Topluluğu kuran antlaşmadan doğan yükümlerin tümünün, Türkiye'ce üstlenebileceğini gösterdiğinde, akit taraflar, Türkiye'nin topluluğa katılması olanağını incelerler" hükmüne yer verilerek taraflar için hak ve yükümlülükler getirilmiş;özellikle Türkiye'nin idari, hukuki, ekonomik açıdan topluluk müktesebatına uyumu amaçlanmıştır. Ankara Antlaşması ile Türkiye ve AET arasındaki ilişkilerin ortaklık mevzuatı kapsamında "hazırlık dönemi", "geçiş dönemi" ve "son dönem" olmak üzere üç aşamada tamamlanması öngörülmüştür. 1 Aralık 1964'te başlayan hazırlık döneminde Türkiye'nin yükümlülüklerini yerine getirebilmesi için AET'in ülke ekonomisinin güçlendirmesi ve Türkiye'ye mali katkı sunması hedeflenmiştir. Hazırlık döneminin sonunda 1 Ocak 1973 tarihinde yürürlüğe giren Katma Protokol ile geçiş aşaması başlamıştır. Taraflar arasındaki karşılıklı yükümlülüklerin belirtildiği, iktisadi politikaların uyumlaştırılması gibi ilkeleri esas alan Katma Protokol;malların, sermayenin, kişilerin, hizmetlerin serbest dolaşımını,taraf devletler arasında mal ve hizmetlerin serbest dolaşımını engelleyen uygulamaların kaldırılmasını, para, maliye ve sosyal politikalarda ortak tedbirlerin alınmasını öngörmüştür. Lâkin Katma Protokol'ün gerçekleştirildiği 1970'li yılların Türkiye'de iktisadi ve sosyal çalkantıların olduğu döneme denk gelmesi ve ayrıca 9 Ekim 1978'de dönemin hükümetinin Topluluk ile ilişkileri dondurma talebinin Topluluk tarafından uygun değerlendirilmesi ilişkilerin gerilemesine sebebiyet vermiştir.

Darbelerle karmaşıklaşan süreç

Türk siyasi tarihindeki bir başka kara leke olan 12 Eylül 1980'de ordunun yönetime el koymasıyla birlikte Avrupa Topluluğu ile önceki süreçte gerileyen ilişkiler iyice kopma aşamasına gelmiştir. 12 Eylül darbesi sonrasında siyasal hayatın kesintiye uğraması, siyasi partilerin kapatılması, idam cezalarının verilmesi AET'in Türkiye ile ilişkilerinde karmaşık bir süreci beraberinde getirmiş ve ilişkilerin seyrinde uzama gerçekleşmiştir.

Geçiş aşaması tamamlanmadan 14 Nisan 1987 tarihinde Türkiye Konsey'e tam üyelik başvurusunda bulunmuştur. Konsey Türkiye'nin tam üyelik başvurusunu değerlendirmek üzere Komisyon'a sevk etmiş, Komisyon ise Türkiye hakkındaki görüşünü 19 Aralık 1989'da açıklamıştır. Komisyon Türkiye ile ilgili görüşünde taraflar arasında iktisadi gelişme farklılığından (tarım, sanayi, kalkınma vb.) kaynaklı olarak Türkiye'nin başvurusunu reddetmiştir. Gümrük Birliği'nin tamamlanması gerektiği ileri sürülmüş ve taraflar arasında 1993 yılında Gümrük Birliği konusunda müzakereler başlamıştır. Bu süreçte AET nezdinde bir iç gelişme olarak 10 Aralık 1991'de Maastricht'te bir Zirve düzenlenmiş ve yeni bir Avrupa Toplulukları Antlaşması'nın yapılması kararı alınmıştır. Böylece 7 Şubat 1992 tarihinde imzalanan ve 1 Kasım 1993'te yürürlüğe giren Maastricht(Avrupa Birliği) Antlaşması gündeme gelmiştir. Maastricht Antlaşması ile AET, "Avrupa Birliği" adını almıştır. Ayrıca Maastricht Antlaşması ile Topluluğun siyasal, kurumsal açıdan yeniden canlandırılması, Ortak Dış ve Güvenlik Politikasının oluşturulması, AB vatandaşlığı gibi önemli konular gündeme gelmiştir.

Esasında Topluluğun Türkiye'nin müracaatına olumlu cevap vermemesine rağmen Gümrük Birliği'nin gerçekleştirilmesi gerektiğini ileri sürmesi gerek jeopolitik konumu itibariyle gerekse bölgesinde iktisadi cazibe merkezi olması nedeniyle AB'nin Türkiye'yi önemli bir pazar olarak kaybetmek istememesinden kaynaklanmaktadır. Bu gelişmeler neticesinde 6 Mart 1995'te Ortaklık Konseyi Kararı imzalanmış ve Gümrük Birliği kararı alınmıştır. 1 Ocak 1996 tarihinde Türkiye ile AB arasında geçiş dönemi tamamlanarak"son döneme" girilmiştir. Gümrük Birliği Antlaşması doğrultusunda Türkiye'nin AB'nin ortak dış ticaret politikasına ve uygulamalarına uyum göstermesi beklenmiştir. 1/95 Sayılı Ortaklık Konseyi Kararı, üye ülkelerle Türkiye arasında sanayi ürünleri ve işlenmiş tarım ürünleriyle ilgili olarak gümrük vergileri ile eş etkili vergilerin kaldırılmasını öngörmüştür. Ayrıca Türkiye'nin üçüncü ülkelere yönelik olarak AB'nin ortak gümrük tarifesini uygulamasını zorunlu kılmıştır. Gümrük Birliği Türk imalat sektörünün diğer Batı ülkeleri karşısında uluslararası piyasada rekabet edebilirliğini, etkinliğini ve verimliliğinin artmıştır. Dış yatırımların Türkiye'ye yönlendirilmesinde oldukça etkili olmuştur.

Zira; özellikle AB'nin iki taraflı olarak üçüncü ülkelerle yaptığı Serbest Ticaret Antlaşması (STA) neticesinde AB pazarına girmeye hak kazanan ülkelerin Türkiye ile bir anlaşması olmaması Türkiye açısından ticari kaygı doğurmuş ve haksız rekabet tehlikesini gündeme getirmiştir. Bunun yanında Türkiye'nin halihazırda AB üyesi olmaması nedeniyle gümrük birliğine ilişkin konularda karar alma sürecine müdahil olamaması, bazı üye ülkelerin Türkiye tescilli ticari araçlara karayolu kotası koyması ve iş insanlarına yönelik vize sınırlandırması Türkiye açısından önemli sorunlar doğurmaktadır. Bu nedenlerle Türkiye ve AB arasında gümrük birliğinin yeniden gözden geçirilmesi ihtiyacı hasıl olmuştur.

Tek taraflı bağımlılık ilişkisi

Keza Türkiye Ortaklık Konseyi Kararı sonrasında Patent Enstitüsü, Rekabet Kurumu gibi kurumlar açmak yanında iç politikada da önemli düzenlemeler yapmıştır. Mevzuat düzenlemeleri yanında dış ticaret açısından bir standart oluşturulmaya özen gösterilmiştir. Ancak Türkiye'nin AB'ye tam üye olmadan gümrük birliğine üye olması asimetrik ve tek taraflı bağımlılık ilişkisi yaratmaktadır. AB'nin 1996 yılı akabinde bazı ülkelerle serbest ticaret antlaşmaları yapması ve bu ülkelerin AB'ye tarifesiz mal ihraç etme hakkı olması Türkiye piyasası açısından dezavantaj yaratmaktadır. AB ile aralarında antlaşma yapan söz konusu ülkeler Türkiye ile herhangi bir antlaşma yapmadan Türkiye pazarında benzer hakka sahip olabilmektedir. Bir başka ifadeyle Türkiye ile ayrıca bir müzakerede bulunmayan ve yalnızca AB ile serbest ticaret antlaşması yapan bahse konu ülkeler Türkiye karşısında ihracat açısından üstün konuma gelmektedir.

Gümrük Birliği ile yeni bir boyut kazanan Türkiye-AB ilişkileri 1999 yılında gerçekleştirilen Helsinki Zirvesi neticesinde önemli bir noktaya evrilmiştir. Söz konusu Zirve ile Türkiye AB tarafından "aday ülke" olarak kabul edilmiştir. Türkiye AB tarafından aday ülke statüsü kazanmakla birlikte "topluluk müktesebatına" -acquis communautair'e- uymak yükümlülüğü altına girmiştir. Bu bağlamda; AB direktiflerinin, tüzüklerinin, Avrupa Birliği Adalet Divanı kararlarının Türkiye tarafından dikkate alınması ve uygun davranılması zorunluluğu doğmuştur. Ayrıca Türkiye aday ülke olarak kabul edilmekle birlikte katılım öncesi stratejiden yararlanma imkânı kazanmıştır. Katılım öncesi stratejiler; ortaklık antlaşmalarını, Katılım Ortaklığı Belgesini ve müktesebatın uyumuna ilişkin ulusal programı, ilerleme raporlarını, mali yardımı, AB programlarına ve ajanslarına katılım fırsatını, tarama ve eşleştirme etkinliklerini kapsamaktadır. Türkiye bu süreçte demokratikleşme yönünde önemli adımlar atmış, Katılım Ortaklığı Belgesine uygun olarak AB mevzuatına uyum sağlamak için siyasal, yönetsel ve ekonomik açıdan ortaya konan hedefleri, kısa ve orta vadeli planları AB Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Ulusal Program ve Katılım Öncesi Ekonomik Program çerçevesinde hazırlamış ve AB'ye iletmiştir.

3 Ekim 2005 yılında Türkiye-AB arasında katılım müzakereleri başlayarak ilişkilerde yeni bir döneme girilmiştir. Müzakere Çerçeve Belgesi kapsamında yürütülen fasıllar 35 ayrı başlık altında değerlendirilmektedir. Mevcut durumda 16 fasıl müzakereye açılmış ve bir tanesi ise (bilim ve araştırma) geçici olarak kapatılmıştır. 8 başlığın müzakeresi ise Türkiye'nin Gümrük Birliği kapsamında Güney Kıbrıs'ı dahil etmemesi ileri sürülerek Konsey kararı ile dondurulmuştur. Ayrıca Güney Kıbrıs Rum Yönetimi işçilerin serbest dolaşımı, enerji, yargı ve temel haklar, adalet, özgürlük ve güvenlik, eğitim ve kültür, dış güvenlik ve savunma politikası başlıklarını 8 Aralık 2009 tarihli Genel İşler Konseyi toplantısında tek taraflı olarak bloke ettiğini ve taraflar arasındaki ilişkilerin normalleşmesi şartına bağladığını beyan etmiştir. Bunun yanında Türkiye'nin AB'ye tam üyeliğine karşı çıkan Fransa da beş başlığın (ekonomik ve parasal politika, bölgesel politika ve yapısal araçların koordinasyonu, mali ve bütçesel hükümler, kurumlar, tarım ve kırsal kalkınma) tam üyelikle ilgili olduğunu dile getirmiştir.

Türkiye'yi tamamen kaybetmek istemiyorlar

Esasında 14-15 Aralık 2006 tarihinde gerçekleştirilen AB Zirvesi sonucunda da görüleceği üzere müzakerelerin başlamasının ve sona ermesinin ön şartı olarak AB Türkiye'den Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin taleplerinin yerine getirilmesini istemekte ve siyasal bir baskı yaratmaktadır. Ancak baskının dozunu dengede tutarak hareket etmekte, Türkiye'yi de tamamen kaybetmek istememektedir. Çünkü Türkiye AB için önemli bir aktör ve müttefiktir. Türkiye'nin jeopolitik ve jeo-stratejik konumu, bölgesinde önemli bir güç unsuru olması, ticaret hacmi, AB sınırlarının güvenliğinde ve göç hareketlerinin yönetimindeetkin ağırlığı, 1960'lardan beri AB ülkelerinin savaş sonrası kalkınmasında ve gelişmesinde etkili olan genç nüfusu kolay vazgeçilmeyecek bir niteliği haizdir. AB'nin genişleme politikası çerçevesinde diğer ülkelerden istemediği kriterleri Türkiye'den istemesi ve Kıbrıs konusunda olduğu gibi Türkiye'ye özgü koşullar getirmesi objektif bir üyelik değerlendirmesi değildir. AB'ye üye olabilmek için gerekli kıstasları tam olarak taşımayan ve ekonomisi itibariyle Türkiye'den geride olan Bulgaristan, Romanya ve Hırvatistan gibi ülkelerin üyeliğe kabul edilip, Türkiye'ye kesin üyelik tarihi verilmemesi Türkiye-AB ilişkilerini akıbeti belli olmayan, çıkmaz bir yol ayrımına sürüklemiştir.

Soğuk Savaş dönemi boyunca Batı merkezli dış politika izleyen Türkiye, AB tarafından verilen taahhütlerin yerine getirilmemesi, uzayan ve karışık bir hal alan üyelik sürecindeki belirsizliğin halen devam etmesi neticesinde Avrupa merkezli dış politika anlayışını sorgulayarak yörüngesini genişletmiştir. Batı eksenli tek yönlü dış politika anlayışından uzaklaşarak, çeşitli dinamikleri göz önünde bulunduran bir dış politika anlayışına kapı aralamıştır. Türkiye, AB'nin bu süreçte kendisine karşı gösterdiği 'zikzak politikasına' karşı tarihinden aldığı milli şuurla yanıt vermiştir. Bu duruşla Türkiye'nin AB'ye ihtiyacından çok AB'nin Türkiye'ye daha fazla ihtiyacı olduğunu tarih önünde ispat etmeye başlamıştır. Orta Doğu'da bölgesel istikrarın sağlanmasında ve refah düzeyinin artırılmasında etkin bir dış politika yürütürken, Avrasya'daki Türk Cumhuriyetleri ile ilişkiler geliştirilmiş, Afrika ve Latin Amerika Açılımları gerçekleştirilmiş, Yeniden Asya Girişimi başlatılmıştır. Ayrıca Türk İş Birliği ve Koordinasyon Ajansı gibi kamu diplomasisi kuruluşlarının etkinlik alanı genişletilerek Amerika yerlilerine su kuyusu açmaktan Avusturalya gibi ülkelerde proje yapmaya kadar Türk dış politikası kapsama alanını tüm dünya olacak şekilde belirlemiştir. Dolayısıyla Türkiye'nin yer alabileceği oluşumlar içerisinde AB'nin kendisi için tek seçenek olmadığını, kimi ülkeler gibi piyon olamayacağını, sadece ve sadece tarihine yakışır bir şekilde oyun kurucu olarak varlığını idame ettireceğini kanıtlamıştır.

Gündem Haberleri

Lübnan Kültür Bakanı: İsrailli tarihçinin öldürülmesi tarihi eser yağmacılığıyla ilişkili olabilir
İletişim Başkanı Altun: Yoğun bir çabayla hakikat mücadelesi veriyoruz
AK Parti Grup Başkanvekili Yenişehirlioğlu: Hakkın ve adaletin yanında, zalimin zulmünün karşısında dik durmak gerekir
Türkiye, Pakistan'daki terör saldırısını kınadı
Hazırlıklı olmak gerek! Cumhurbaşkanı Erdoğan: Tüm kaynakları harekete geçirme vakti