Hüseyin KARACA
Müslüman irfânı, zaman ve mekâna dâir determinist esâreti değil, kaderin farkında olacak şekilde bir irâde özgürlüğünü tercih eder.
Hakiki mümin, realizmin lâubâlî bir ateizme sürükleyen sahte yüzüne kanmadan vahyin terbiye ettiği bir hakikatin peşinde koşar. Onun tercihlerini belirleyen unsur, günübirlik mutluluk reflekslerinden ziyade, âhiret zamanlamasını da göz ardı etmeyen elle tutulur sâlih amellere imza atabilme tasasıdır.
Zamanın akışı içinde gerçekleşen, kendi nüfuz alanı dışında gelişip büyüyen, yer yer paradokslarla dolu çelişkili bir âhengi barındıran hayat serüvenine karşı insan, katı bir sebep sonuç ilişkisi ile hareket edemez. En azından müslüman akıl, böyle davranamaz.
Aklın İslam terâzisindeki özgül ağırlığını bilerek yaşar müslüman. Tarihe, coğrafyaya, sosyal çevreye hatta ruh haritasına, kısacası kendisini kuşatan her ayrıntıya, fıtrat koordinatlarındaki hudutların bilinci ile bakar.
Bu bakış, olup biten her şeye karşı teslimiyetçi bir tavır takınmak anlamı taşımaz. Aksine, kader denilen keskin yaşam programının gâh mazide gâh şimdide hükmünü bir şekilde icrâ ettiğinin, gelecekteki olacakların da aslında bu ilâhî renkler taşıyan hassas adâlet ölçeğine göre şekilleneceğinin farkındadır.
Kişinin olumsuzluklara bakışındaki körlüğünü, biraz da kendi öz değerlerine yabancı oluşuna bağlamak hata olmaz. Kendi iç körlüğümüz, bizi hem zamandaki hem mekândaki sınırlarımıza mahkûm etmektedir.
İnanç, aslında, her şeyiyle toprağa, yere, maddeye çakılı kalmış beşerin, az bir kutsiyân kımıldanma ile fânilik kabuğunu kırması, bir öz ile varolması demektir.
Varoluş, bu bakımdan, beden kalıbındaki hareketliliğin remzi olmak yerine, insana yükselen beşerin öyküsüdür. Öyküler bir kurguyu, beşeri bir planı temsil eder.
Beşere, hayra, şerre her şeye hükmü geçen Hakk’ın hakikat vurgusu olan kader, basitçe bir tasarım sanılmamalıdır. Yaratıcı, ne gizemler, ne sırlarla dolu bir âfâk âlemde, ne enfüsî keşifler sunar beşer iken insan olmuş bedenlere.
Şer gördüğü şeylerde hayır nakşını hissettirir; hayır bildiği ayrıntılarda şer tehlikesini sezdirir.
Musibet, hedefe isâbet eden her türlü şey demektir lügavi anlamıyla. Fakat gelende getireni, getirende göndereni görebilme erdemiyle donanmak, er kişilikler şiârıdır. Ayrıca emek isteyen bir seyr ü sülûk ister. Tekkesi global bir âlem olan bir riyâzet ister. Şehrâhı kalabalık uzletler olan halvetler ister. Mihnetlerle bohçalanmış tevhîd ister.
Bundan ötürü ezilmişlik kolaycılığını değil, direniş tırmanışını, inâbeyi seçer müslüman aklı. Yaptığı hatalarla rahmete küsmez; Raûf şefkatin kucağına atılır tekrar.
Mazisindeki günahlar yoluna çakıl taşı olamaz onun. Ye’s kuruntusu, tevbe umudunu bitiremez.
Yakınlaştıkça uzaklaşan gafillerden olmadığı için sevinir mümin. Uzaklarda kalmışlığını, gurbetteki yakınlığının vesilesi sayar. Kovulmadığının, hala dergâh eşiğine yüz sürebilme imkânının bahanesi addeder. Koşması bundandır delice hasenât köyüne. Yalınayak, acemi, ama samimi. Yola çıkışının bir nasip saâdeti olduğunu bilerek.
Aramak deneyiminden geçmiş bir ümmet, kaybetmekten âr etmez.
Sırât-ı müstakîm, sadece dini ritüeller metaforu değildir çünkü.
Yeniden doğrulmak, varolmak emâresidir. Ölerek dirilen demek olan şehidin, fâni dünya ile kalender ilişkisinin yorumu burada saklıdır.
Ölmek, zira ebedi bir varoluşu hediye edene teşekkürdür.
Haşyet duymayan kalpten istiâze eden, zikirle lisânını dâim dinç tutan bireylere karamsarlık değmez.
Dolu dolu kulluk ile donanmak, hayali bir ütopyaya da düşürmez kişiyi.
Ne siyah bulutlarla kaplı güzler, ne genetiği bozulmuş baharlar karşısında sendeler mümin.
Yaz beklerken kış, kış devam ederken yaz tecellileri, onun zamana da mekâna da imzâsını atan Yaratacı’ya olan tevekkülünü sarsmaz. “Siz hidayette iseniz, dalâletteki bir kimse size bir zarar veremez.” (Maide, 5/105) bilinç düzeyinden aşağı düşmez.
Bir güze merhaba derken, şâirlerin dilinde hazân olan sonbahar mevsimine girerken, Eylül’ün yaza veda eden ciddi çehresi kendini gösterirken, haber bültenleri, internet siteleri Amerika’nın Kuzey Kore’ye kabadayılığını diline dolarken, Halep’te Şam’da anneler evladına evlatlar ebeveynlere hasret iken, zulümler ihanetler dünyasında iyi insanlar iyi atlara binip giderken, editör 11 Eylül yazısı taleb ederken, yukarıdaki satırları yazdı kâtib.
Güncelden bıkmış klavye, gündeme giremedi bir türlü. Uzmanlık alanım değil dedi harfler. Ay geçip yıl geçip hatim yüzü görmeyen mushaftan utandı klavye. Okunmayan, amel edilmeyen bir hadis külliyâtının bulunduğu kütüphanenin rafları önünde, güncel konulardan dem vurmaktan hayâ etti.
Ahlâkî tutarlılığını çoktan kaybeden bir yavan söylem dindarlığını diline dolayarak, pâk İslam’ı kirletmek istemedi.
Hak bâtıl savaşında, kendisi ile barışık olmayan bireylerin, davasına sâdık kalabileceğini söylemeye dili varmadı. Büyük küçük şeytanlara lanet etmenin, yevmiyelik sloganları varoluş haykırışı saymanın abesle iştiğal olduğunu düşündü.
Değişen dünyanın değişmeyen dertlerini, çilesiz süslü cümlelerle çözme bencilliğine girmedi.
Arapça konuşup Kur’ân’ı anlayamayan bilginler ile Kur’ân’ı anlatırken onu getiren Nebî’yi gözden düşürenler arasında kaldı kâtib.
Sosyal paylaşım dünyasında ötekinin günahına sövenlere mi yoksa kendi sevâbını pazarlayanlara mı yakın durduğunu sorguladı.
2001 yılında ABD’de, Dünya Ticaret Merkezi ve Savunma Bakanlığı Pentagon’a uçaklı terörist saldırının yapıldığı tarih olan 11 Eylül’ü, farklı şeytani reflekslerle müslümanlara zulmetmenin alfabesi görenlerin şaşkınlığına şaştı. Zaten daha önce sahneye konmuş bir senaryonun ilk defa yazılıyormuş gibi lanse edilmesini garipsedi.
Anadolu topraklarındaki şuurlu müslümanların Eylül ile olan imtihanlarını hatırladı. Zira Türkiye’deki 12 Eylül felaketinin, Amerika’daki 11 Eylül’den aşağı kalır tarafı yoktu. Birisi milli, diğeri evrensel yıkımlara adresti.
11 Eylül sonrası terör eylemleri bahane edilerek Afganistan ve Irak işgal edilecek, yüzyılların mirası İslam Medeniyetine ait kütüphaneler yağmalanacak, kirli eller koskoca bir müslüman ümmetin ırz ve namusuna uzanacaktı.
Daha sonra bu işgallerin şenâetini unuttaracak başka bir rezalet ortaya koyularak, adı İslam olan ama fiilleri asla İslam ile bağdaşmayan ucube bir oluşum Ortadoğuya konuşlandırılacak, ümmetin ırz ve namusu bu sefer şeriat devleti! bahanesiyle pâyimâl edilecekti.
Bütün bunlar cereyan ederken, dış dünyaya kapalı bir şekilde, nehy-i ani’l-münker için alabildiğine kafa yoran, kâfire küfretmenin müslüman mahalledeki zaafları kapatacağı zehâbına kapılan, emr-i bi’l-ma’rûf görevini ıskalayan nev-zuhûr akımlara üzüldü kâtib.
Uhuvvet hissini kaybettiği için bağışıklık sistemi çökmüş bir müslüman aklın, enerjisini kötülerin faaliyetlerinde hebâ etmesini yadırgadı.
Bütün gece 11 Eylül yazısını yazarken, modern dünyadan umudunu kesmişken, câmiden genç müezzinin dört dörtlük sabâ ezânı yükselmeye başladı. Namaza çağırıyordu bütün delikanlılığıyla, bütün hüznüyle. Mûsikiden daha özge bu muhteşem davete katılmamak olmazdı.
Klavyeyi olduğu gibi bıraktı kâtib.
Alacakaranlık İstanbul sabahında bitkin adımlarla camiye girdi.
Caminin farklı köşelerinde ikişer üçer gruplar halinde ortaokul lise öğrencileri, okunan mukabeleyi pür dikkat dinliyorlardı.
Bütün gece yazı ile uğraştığı saatlerde ruhunu saran kabz tufanı sona erdi.
Sabah namazı başladığında saflarda yaşlılar kadar da gençler vardı. Gençlerin camideki varlığı 11 Eylüllerin muvakkat komplo kaoslarını unutturdu.