Ah bu şairler de olmasa kim anlatabilir bunca derdi?
Kim anlaşılabildiği hissini bir nebze olsun yakalayabilir ki? Onların bu zarif terennümleri olmadan kim bir yaraya sızlatmadan merhem dokundurabilir ki? Gerçi bu çağın derdi de pek anlatılabilir cinsten değil ya. Neylersin, lakin hiç olmazsa ağladığında sesini duyabileceğimiz, en azından gözyaşlarına dokunabileceğimiz şair duyguları lazım yüreğimize. Bugünün dünyasında her ne kadar şarkılar eskisi kadar güzel olmasa ve kelimeler eskisinden daha fazla kifayetsiz kalsa da…
Orhan Veli’nin epeyce yaklaştığı fakat anlatamadığı o yere varıp varmadığından emin olamasak da… Kızınca cehennem, sevince cennet kesilen hassas yürekler lazım dünyamıza. Evet, hani dünyayı anneler, şairler ve öğretmenler yönetseydi, kimseler sızlanmazdı derler ya doğrudur zannımca.
COŞKUYLA KARŞILIK VEREMEDİ
Gelelim zarif şairimizin umutsuz mısralarına. Birlikte yola çıktığımız mısraları yolda bırakmayalım. Her ne kadar geçen sayımızda karşıladıysak da baharı coşkuyla, o sanki aynı coşkuyla karşılık vermedi ruhumuza. Bu yıl galiba küstürdük nisanı, hepimiz gördük nasıl da soğuk davrandı…
İçimizi ısıtan güneşini bizimle paylaşmadı. ‘Mart’ın sonu bahar’ diyenlere inatla mı geciktirdi gelişini bilinmez. Hani haksız da sayılmazdı sanırım. İnsanın bile ağız dolusu gülümseyemediği bir çağda nisandan sıcaklık beklemek hataydı belki de. Rüzgârın bir öfkesi vardı ve yağmur dünyanın kirlendiğinin farkındaydı belli ki. Neye yoracağımı bilemediğim kısaca.
MEÇHUL HİKAYELER
Önce sebep dünyadaki savaşlar olabilir diye düşündüm. Şehirlerin üzerine yağan bombalar, harabeye dönen, yanan yıkılan yuvalar. Tüm geçmişini, geleceğini, varlığını ve yokluğunu kederle geride bırakıp göç yollarına düşen ömürler. Sonu meçhul hikâyeler. Umutla açıp dünyaya gözlerini, anasının kucağına doyamadan hiç bilmediği, tanımadığı bir ülkenin soğuk sularından sahile düşen küçük bedenler. Başına yağan bombaların koçanlarına çiçekler ekerek umut devşiren neneler. Elektriksiz, narkozsuz, ilaçsız, duvarsız hatta doktorsuz kalan hastaneler. Çileye gölgelenen çadırlar içinde titreyen, göz çukurlarına kâh kar, kâh kan dolan bebeler. Aşhane kapılarında sıra bekleyen çocuklar, yaşlılar, gelinler ve evlatlarının yüreğinde yanan ateşi gözyaşlarıyla dindirmeye çalışan perişan analar…
‘Belki de tüm dünyaya hâkim olan adaletsizliklere gücenmiştir’ diye düşündüm sonra…
Bir yanda açlıktan kırılanlar diğer yanda yedikçe doyamayanlar…
Merhum düşünürün tespiti gibi: “Dün komşumuz açlıktan öldü, bugün cenazesinde kurban kestiler!” Bir yanda Afrika’da evladına yedireceği, bir kâse lapa için kilometrelerce yol arşınlayanlar, diğer yanda akşam yemeğini farklı bir ülkede yiyebilmek için uçak kaldıranlar…
Çamurun içinden içebileceği suyu, suyun içinden çamuru ayıklayamayanlar bir yanda ve diğer yanda süt banyosunu beğenmeyenler. Yine bir yerlerde demeye hacet yok! Ortadoğu’da insanlığı kavuran alevler içinde çöpte bulduğu (bulabilirse) kuru, küflü ekmeği evladına yedirirken gözyaşlarına boğulan babalar ve hemen az bir sınır ötesinde havyarını ne ile marina edeceğini düşünen ehli kubur beyzadeler. Doğu Türkistan’da her türlü zulüm ve işkenceye reva görülen kadınlar, çocuklar ve kürsülerde kadın haklarını çocuk haklarını savunduğunu iddia eden zevzekler.
SOLAN TEBESSÜMLER
Sonra acaba baharı küstüren ve erteleyen sebep insan vasfının kaldıramayacağı derece berbat bir hayasızlığın nişanesi olan küçücük bedenlere uzanan ahlaksız hevesler mi ki diye düşündüm. Keskin bir nazarın soldurabileceği korkusuyla gül yaprağı kadar narin ve hassas yavrusuna dokunmaya, koklamaya kıyamayan bir anne babanın feryadıdır. Yavrusunun solmuş, hırpalanmış taze yapraklarını onarmaya, okşamaya uzanırken gözlerinde gördüğü derin korkun un felaketidir belki sebep. Küçücük bir kız çocuğunun bağıramadığı için parçalanan iç organlarının utancıyla gelmiyordur belki de. Artık utancımızdan bizim de gülümseyerek bakamadığımız o güzelim masum çocuklarının solan tebessümlerine inatla. Hani gelme bahar bunca masum yavrunun hatırına gelme. Artık biz de hiçbir çocuğa şeker uzatamıyoruz, salıncağını sallayamıyoruz yanlış anlaşılırız korkusuyla. Hani boş kalan salıncaklar soğukta kalsın bırak parklara sapıklar dadanamasın gelme diyeceğim geliyor haykırarak.
KOCA DÜNYAMIZA SIĞDIRAMADIĞIMIZ
Sonra Allah’ın dilsiz mazlum kulları düşüyor aklıma. Bir kap su, bir kâse artık yemekten gayrısına tamah etmeyen. Şu koca dünyamıza sığdıramadığımız. Tabii ya diyorum budur sebebi. Gazetelerden haberlerden duyduğumuz, duyduğumuza pişman olduğumuz, insanlığımızdan utanıp sıkıldığımız haberler geliyor. Hayvanın hayvana etmediğini rızkı kadarından fazlasına göz dikmediğini düşününce bir de daha bir kanıyor içim. Kedim geliyor aklıma. Başına dokunan bir şefkat elinden ötesini beklemeyen. Yedirdiğimden şikâyet etmeyen buna rağmen nankör diye anılan masum kedim sırf sadistçe bir zevk uğruna kulakları kesilmiş, kuyruğu koparılmış tüm masum canlıların vasfında.
Ne istediniz diyorum küçük bir köpeğin uzuvlarını kesmek hangi dinin, hangi vicdanın yasasına uygundu. Bir canlıyı bir ağaca bağlayıp yavaş yavaş ölmesi için terk edip bırakıp giden bir zihniyetin yaşadığı dünyada yaşamak, aynı havayı solumak, baharı beklemek… Hangi hevesle?
NEDEN GECİKTİ BAHAR
Allah biliyor ya ben bilemedim neden gecikti bahar? Alt tarafı birkaç çiçek koklayıp, bir ağaç gölgesine yaslanacaktık. Bir kedi geçecekti yanımızdan ürkmeden başını okşayacaktık. Sonra topu düşecekti önümüze sarı saçlı bir kız çocuğunun korkmadan, titremeden yaklaşacaktı yanımıza. Yanağından bir makas alacak, adını soracaktık. Annesi gülümseyerek el kaldıracaktı öteden samimi duygularla selamlaşacaktık. Sonra köşedeki simitçi çocuktan birkaç simit alacaktık. Birazını yiyecek birazını çocuklarla paylaşıp kalanı da martılara atacaktık. Yaratılan her varlığa, hoş bir nazarla bakacaktık hani? Nasıl bir zamana rastladık böyle? Yazık ki zalimlerin, iblislerin kol gezdiği, vicdansızların, sapkınların hayasızlıkta zirve yaptığı bir dünyaya rastladı ömrümüz. Hayyam’ın yüzlerce yıl evvelki halindeyiz:
Bahçemizin halinden,
baharımı kıyasla.
Zambaklar verem olmuş,
kırmızı güller yasta.
UMARIM TÜM İNSANLIĞA
Yine de bekliyoruz baharı. Rahman’a giden yolun dünyadan geçtiğini bilerek. Tüm çiçekleri koparsanız da baharın gelişine engel olamazsınız diyerek… Gözlerimizi yıkadık, kelimeleri yıkadık, ancak vicdanlar kaldı su geçirmeyen. Büyüdü içimizdeki yangın. Onu da İbrahim’in karıncasına bıraktık. Gül bahçesine döner mi bilmem. İbrahim misali dost olmadıkça, asra hükmeden putları kırmadıkça. Yine de bekliyoruz seni ey bahar. Bütün şairlerin diliyle ve gönlüyle sesleniyoruz… Doğ ey güneş erit taştan adamı ve kurut taşları diken elleri… Gel ey bahar, huzurla, umutla gel…
Belki siz Turuncu’nun ‘Zarif’ köşesinde gezinirken gelmiştir bahar kim bilir? Allah var… Allah yar...
Baharı sermiştir yollarınıza, gönüllerinize inşallah…
Umarım tüm insanlığa…
Tüm mazlumlara…
“Dikenden gül bitiren kışı da bahar haline döndürür. Selviyi hür bir halde yücelten kederi de sevinç haline sokabilir.” Mevlana