Yankı Yankı Yükselsin Ezanlar!

Ayşenur Tuncer

“Bu ezanlar, ki şehadetleri dinin temeli
Ebedi, yurdumun üstünde benim inlemeli...”


Bir şiir vardı hani: “Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar.Perili ahşap konak, koca bir
şehir kadar” demişti şair.Şiirin adını da “İstanbul” koyup geçebilecekken “Cânım İstanbul” koymuş
da, adeta bir eksikliği gidermişti böylelikle.Bundan iki ay kadar evvel.Şairden mülhem Cânım
İstanbul’dayım.Kendisine uğrayıp kız kulesinin karşısında bir bardak çay içmez, Mihrimah Sultan
Camiinde bir vakit namazını eda etmez, yahut “Türbemizin önünden geçtiğinde Fatiha okuyanlar
imanını kurtarmadıkça ölmesin” diyerek Hakk’a ilticada bulunan Aziz Mahmud Hüdayi hazretlerini
ziyaret etmez isem, bu şehre gelmişliğimden bir şey anlamadığım Üsküdar’da.İkindi vakti.Her
meselede bir zarafet timsali olan ecdadın zamanında, Cuma’nın gelişini Perşembe’den neşeyle
haber vermek için nihavent makamında okunan ezan, rast makamında yükseliyor minarelerden.
“Tanrı uludur diyerek taksim edildiği günlerin sıkıntısından, makamdaki inceliği mukayese etmenin
rahatlığına erişmişiz hamd olsun” diyor ve devam ediyorum yoluma.

Derken aynı karede buluşmuş bir minare, hemen yanında usul usul dalgalanmakta olan bir bayrak ve gökyüzündeki seyrine ikisinin etrafında kanat çırparak devam eden martıya ilişiyor gözlerim. Fotoğraf çekmeye olan ilgim
en çok böyle zamanlarda işe yarıyor. Vakit kaybetmeden fotoğrafını çekiyorum ve bir şiir eşlik
ediyor dua kokulu dizeleriyle: “Biz kısık sesleriz.Minareleri sen ezansız bırakma Allah’ım...”
Mevzu bahis İstanbul’dan açılmışsa ve biz ezan demişsek bir yerlerde, minarelerinde beş vakit
ezan okutan ecdadın ve orada ilk Cuma namazını kıldıran hocası Akşemseddin’in nazenin
hatırasına hürmeten, Ayasofya’ ya da değinmek icab eder.Yahya Kemal vaktiyle bir yazı neşrediyor
ve : “Minaresinden yükselen ezanla Fatih’i asıl manasıyla idrak ettim” diyor, peygamber müjdesine
mazhar olan şehrin göz bebeği Ayasofya için.Yazının devamında Topkapı Sarayı’na ziyareti
esnasında işitmekte olduğu Kuran sesinin hırka-ı saadet dairesinden geldiğini öğrendiğinden
bahsediyor. Ve sordum diyor: “Hırka-ı saadet önünde Kuran ne zaman okunur?” Devletin devamı
için gerekli gördüğü iki husustan biri olacak bir cevap geliyor hafızdan: “Dört asırdan beri her saat,
geceli gündüzlü.

Yavuz’un hırka-ı saadeti Mısır’dan getirip bu odadaki mevkiine koyduğundan beri
kırk hafız nöbetle Kuran okur.Türk tarihinde bir dakika bile buradaki Kuran sesi kesilmemiştir...” Bu
muhteşem cevap üzerine “Bir hakikati keşfettim” diyor ve şu cümlelerle devam ediyor yazısına:
“Bu devletin iki manevi temeli vardır.Fatih’in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan, ki hâlâ
okunuyor.Selim’in hırka-ı saadet önünde okuttuğu Kuran, ki hâlâ okunuyor.Duymuyor musunuz
yine ezan okunuyor.”


Böyledir ezan. Ve böyledir Ayasofya. 85 yıl sonra orada ezan okuyan müezzine “Ezan bitene
kadar bu heyecanı tüm hücrelerimde hissettim.” dedirtip dizlerini titreten imandır.Sultan Fatih’in
kendisi için kurduğu vakıf senedinde “Kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi
değiştirirse en büyük haramı işlemiş, en büyük günahı kazanmış olur...” dediği emanetidir. Bir
gönül erinin deyimiyle ‘namustur.’ Asırlarca topraklarında dalgalanıp duran bayrağın gölgesinde
yankılanan ezanların bir menbaı, bu miletin medar-ı iftiharıdır Ayasofya!
İstanbul dedik.Ayasofya dedik satırlar boyu.Ezan-ı Muhammedinin, dünyaya gözlerimizi
açtığımız o ilk anlardan başlayarak, yaşamımızın her bir evresine ilmek ilmek dokuduğu
muhabbetten söz edelim biraz da...

İsmimizden evvel işitmişiz ezanı. Kulağımıza iman dolu sözcükleri fısıldamışlar önce: “Allah en
büyüktür.O’ndan başka ilah yoktur.Hz.Muhammed O’nun kulu ve elçisidir. Sonra demişler: “Senin
ismin, falan olsun...” İlk iman telkinidir ezan.
Karşıdan karşıya geçmek için annemizin ellerine muhtaç olduğumuz zamanları geride bırakıp,
sokaklarda oyunlar oynamaya başlayınca duymaya alıştığımız tatlı bir ihtar vardı hani.O yarışı bu
sefer kazanacakken, o topu tam kaleye atacakken, ip atlama sırası tam da sana gelmişken seslenir
camdan: “Akşam ezanı okundu haydi artık...” Oyunlarımızı yarım bıraksa da zaman zaman, hiç
küsmediğimiz çocukluğumuzdur ezan.

En sevdiğimiz müziği dinlerken sesini kısmayı ihmal etmediğimiz, sonra içimiz rahat etmeyip
tamamen kapattığımız; okunduğu vakit yattığımız yerden doğrulup halimize çeki düzen verdiğimiz
bilincimizdir ezan.

“İkindi ezanında falan yerde buluşalım” diyen biri alarm kurmamıştır hiç.Ezan okunmuştur ve
o kimse buluşmuştur o kimse ile falan yerde.Birer bardak çay ile hasbihal edilen buluşmaların
kendisine göre tayin edildiği vakitlerdir ezan.

Yaşı yetmişi bulmuş çoktan. Sözümona kapısını çalacak kimsesi yok. Penceresinin camlarına
yaslanır; elleri yüzünde dalıp gider uzaklara. Günde beş kez yapar bunu. Bekleyeceği bir başka
kimsesi olsa bile kendisini yine böyle bekleyecek vefalı ev sahiplerinin kıymetli misafiridir ezan...
Efendisinin (sav) vefatından sonra yaşadığı ayrılık acısıyla bir daha ezan okuyamayan Bilal’in
boğazına düğümlenen hıçkırıktır.

Günde beş vakit Allah’ın huzuruna davettir ezan...

“Denildi mi bir yere Türk beldesi; gözüm al bayrak arar, kulağım ezan sesi” demiş üstad
Necip Fazıl Kısakürek. Göklerden al bayrağı indirmesin Allah, bu topraklarda ezan sesini
dindirmesin.