“Kaç hakiki Müslüman gördümse hep makberdedir
Müslümanlık bilmem amma, galiba göklerdedir…”
Bugünkü rakamsal değerlere bakılacak olursa, 1,5 milyar Müslüman yaşıyor yeryüzünde. Farklı coğrafyalarda, farklı hayatlar yaşayan, ancak bir olan Allah’a iman etmiş olmak hususunda ortak bir paydada buluştuğumuz tam 1,5 milyar insan. Bu güzel bir şey. Fakat sayıca çokluğumuzun bir anlam ifade edemediği durumlar oluyor. Bir yerlerde yanlış yapıyoruz. Kimi zaman farkında olarak, kimi zaman hiç farkına bile varmayarak, bir şeyleri mütemadiyen yanlış yapıyoruz.Yaptığımız bu yanlışların karşılığında ise bedel ödemek kaçınılmaz oluyor. Peki, nerede yanlış yapıyoruz? Doğru olan ne?
Bugün bir dost meclisinde oturup dostlarımızla karşılıklı çaylarımızı yudumlarken sohbet etsek, birimizin bir diğerine soracağı ilk soru “nasılsın”, sorduğu soruya alacağı cevap ise “iyiyim” olurdu kuvvetle muhtemel. Sohbetin devamında biraz aşktan, geçilemeyen sınavlardan, o meşhur şarkıdan, son çıkan filmden; kısacası dünya işlerine dair ne varsa hepsinden biraz konuşur, hesabı ödedikten sonra en yakın zamanda tekrar görüşme ümidiyle ayrılırdık. Yalnızca benim, yalnızca senin değil. Pek çoğumuzun ahvali ne yazık ki bundan ibaret. Ve biz en büyük yanlışı burada yapıyoruz. Ekseriyetle iyiyiz. İyi olmamamız gereken zamanlarda dahi, bir hayli iyiyiz. Müslüman coğrafyalarda yaşanan sıkıntılar, İngiltere’de gerçekleşen kraliyet düğününde düşesin giydiği gelinlik kadar meşgul etmiyor gündemimizi. Bir futbol maçı esnasında kaçırılan gol pozisyonları kadar üzmüyor.
“Kötü” olmayı, hakiki dertlerle dert sahibi olup, sordukları vakit “kötüyüm” diyebilmeyi öğrenmemiz lazım evvela. Öyle laf olsun diye değil fakat. Bir şükürsüzlük edasıyla hiç değil. Ümmet bilinciyle. Dünyanın bir ucunda yaşayan Müslüman kardeşimizin derdi, bizim için o şarkıdan, o filmden, magazin haberlerinden, tuttuğumuz takımın maçlarından önemli olmalı diyorum kısaca. ‘Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler’ demişti Rahmet Peygamberi de. “Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar…”
Müslümanlar olarak yalnızca birbirimizi önemsemekle bitmeyecek elbet mesele. Halep’de şehit olan annesinin başında ağlayan bir öksüze denk geldiğimiz vakit bir haberde, tebessümümüzün içimize sinmeyişi yetmeyecek bir şeylerin değişmesi için. Arakan’da yaşanan vahşete tanıklık ettiğimizde, bir dua ile Allah’a yönelmek tek başına çözüm olmayacak.Yalnızca üzülmekle hallolmayacak hiçbir şey. Bunlar olmazsa olmaz evet. Ama bizim belki de en büyük yanlışımızdır diyebileceğim bir şey daha var ki, doğrusuyla tebdil eylemediğimiz müddetçe bedel ödemeye devam edeceğiz. Resmi dini İslamiyet olan, çoğu Müslümanlardan oluşan onlarca ülke var. Fakat bir olamıyoruz. En mühim meselelerde dahi birlik olamıyoruz. Sesimizi yükseltmemiz gereken zamanlarda susmayı tercih ediyoruz. Yakın tarihte yeniden gündeme gelen Kudüs mevzu bunun en canlı örneği ne yazık ki. Genç yaşında kendisini Kudüs’ü kurtarmaya adamış, sürekli gözyaşı döküp Müslümanları cihada çağıran, üzüntüsünün nedenini soranlara: “Kudüs ve Mescidi Aksa Haçlıların işgalinde olduğu müddetçe ben nasıl olurda gülebilirim, nasıl gözüme uyku girebilir?” diyen Selahaddin Eyyubi’nin iman gücüne sahip olamadığımız için belki. Belki de Kudüs’ü “Benim kalbimin yarısı Mekke, diğer yarısı Medine’dir. Üzerinde ise incecik bir tül gibi Kudüs vardır” diyen Nuri Pakdil kadar sevemediğimiz için bir araya gelip de “Kudüs bizimdir” diye haykıramadık tüm dünyaya. Yalnızca Kudüs’te değil, Müslüman coğrafyalarda yaşanan sıkıntılarda da beraber olup hesap soramadık biz. Samimi Müslümanlar olamadığımız için belki. Kaybettiğimiz Ümmet bilinci yüzünden belki de, bilmiyorum. Hepsinin özünde yatan bir hakikat var. Kuranı hakkıyla idrak edip yaşamıyoruz biz.”Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin” diyor Rabbimiz.(Al-i İmran 103) Ne yapmamız, nasıl olmamız gerektiğini bize ayetleriyle açıklıyor. Ne zaman ki evimizin değil, kalbimizin bir köşesinde yer verdik Kuran ayetlerine, o zaman yoluna girecek dünya ve ahiret işlerimiz.
Yahudiler ve Hıristiyanlar söz konusu Müslümanlar olduğu her vakit birlik olmuşlardır, bu bir gerçek. Tarih bunun örnekleriyle dolu. Yüzlerce yıl önce Haçlı Seferlerinde, sırf Müslümanları mağlup etme gayesiyle Yahudiler nasıl Hıristiyanların safında yer almışsa, bugün de durum bundan ibaret. Değişen bir şey yok. Bu durumu yine bir ayetle açıklamak gerekirse: ”İnkâr edenler birbirlerinin dostlarıdır. Eğer siz bunun gereğini yapmazsanız(birbirinizle dost olmazsanız) yeryüzünde bir karışıklık ve büyük bir bozulma olur” buyuruyor Allah (c.c) Enfal Suresi 73. ayette. O halde gereğini yapmamız lazım. Bu da ancak İslam Birliği’nin sağlanmasıyla mümkün olacaktır şüphesiz. Müslüman devletler olarak; askeri, siyasi, ekonomik ve kültürel alanlarda işbirliği yapmamız, ortak adım atmamız lazım. O zaman en anlamlı şiiri yazar, en güzel şarkıyı besteleriz biz.
Bizim bütün hikâyemiz bundan on dört asır evvel başladı. Birlik ve beraberliğin ne demek olduğunu on dört asır evvel ensar ve muhacir kardeşliği ile öğrendik biz. Birbirimizi sevmeyi, bir araya gelirsek neler yapabileceğimizi, kendi içimizde ayrılığa düşersek nelerle karşı karşıya kalabileceğimizi, dünyada bir eşi ve benzeri daha görülmemiş bu muazzam kardeşlik sayesinde öğrendik. Onlar da öğrendi. Gücümüzün farkındalar. Pek çoğumuz bilir. İspanya’da Madrid şehir müzesinde sergilenen “Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman” isimli bir abide var. Bir Yahudi, Yahudi’nin omuzlarına bastığı bir Hıristiyan ve en altta secde halinde bir Müslüman… Bir Yahudi bu heykeli görünce beğenmiyor. Yahudi’nin en üstte olduğunu söyleyip, neden beğenmediğini sorduklarında verdiği cevap ise manidar: “Evet Yahudi en üstte.Ama Müslüman ayağa kalkarsa hepsi yıkılacak!”. Allah öyle büyüktür ki, Müslümanlığın şanına dair söylenebilecek en hakikatli cümleyi yeri gelir bir Yahudi’ye söyletiverir dedim ilk bunu görünce. Ardından dua ettim: “Yarabbi, Müslümanın ayağa kalkacağı günü göster…”