Türkiye’den Roman Çıkmıyormuş

Muradiye Şimşek

Yeni yılın ilk günlerinde sosyal medyada “Türkiye’den roman çıkmıyor” diye bir iddia ortaya atıldı. İddia sahibi, yaklaşık 25,000 takipçisi olan bir Twitter fenomeni idi. Fenomenin iddiası, Ferit Edgü’nün bir denemesinde “Türk romanının Türkiye’den başka anlatacak bir şeyi yok” ifadesine dayanıyordu. Konu 215 retweet, 490 alıntı tweet, 3000den fazla beğeni ve yüzden fazla yorumla epeyce tartışıldı. Fenomen, romanın Türklere uygun bir edebi form olmadığı tezini savunuyordu. Postmodernizme kadar taklide dayalı biçimsel yapıda ve Doğu-Batı tartışması içinde boynu bükük aydının hezimetini anlatıp durduğunu ekliyor, Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar ve hatta Orhan Pamuk’u da bu potada topluyordu. 19. Yüzyıldan beri roman yazabilenlerin aydın ve bürokrat olduğunu, fakat bunların da cumhuriyet döneminde toplum ve devlet tarafından bastırıldığını, bu nedenle Türk romanının, moderniteye geçişin sancılarını anlatmaktan öteye geçemediğini savunuyordu.

Yorumlar ise genel olarak Türk romanının, Fransız ya da Rus romanı gibi kendi meseleleri ile meşgul olmasının normal olduğu yönündeydi. Sorunun kaynağı kimilerince Türkiye’nin dünyadaki kültürel politika alanın dışında kalması olarak görülüyordu. Anlatım biçiminin sadece Türk toplumu tarafından benimsenecek bir yapı sergilediği eleştirisi de vardı. Buna karşın Türkiye’den iyi roman çıkmıyor tezine katılmayanlar da az değildi. Mesela Peyami Safa’nın Yalnızız romanındaki ağır materyalizm eleştirisini beynelmilel bulanlar, Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli’ni görmezden gelmeyi haksızlık olarak görenler gibi.. Hatta “Türkiye’den roman çıkıyor fakat kıymetini bilecek derinlikte okur olmadığından fark edilemiyor” ironisi de ilginç yorumlardandı. Bana göre en yaratıcı tespit ise, “bu ülkede roman yazılamayış serüveni iyi bir roman konusu olur” yorumuydu. Tek farkla; “bu ülkede” değil, “bir ülkede”…

Türkiye’den gerçekten iyi roman çıkmıyor mu? Bunu anlamak için romanın ne olduğuna, çıkış kaynağına ve bizim romanla tanışmamıza kısa bir projeksiyon tutmak gerek. Sonra, Türk romanının bugünlere gelişinde dönüm noktası olmuş eserlere ve yazarlarına genel bakabiliriz.

Roman, olmuş veya olması muhtemel konuları ele alan, belirli bir üslup ve anlatım biçimi olan, belli bir çevrede, belirli bir zamanda geçen ve konuya uygun karakterlerin yer aldığı uzun ve girift hikayelerdir. Romanın odak noktası insandır. İnsanı anlatır. Fakat romandaki kişiler birer gerçek kişi değil, karakterdir. Romanda karakterler yanında bir de anlatıcı vardır. Anlatıcı, iç anlatıcı denilen, karakterlerden birinin ağzından olabileceği gibi bir dış anlatıcı da olabilir. Romanda leitmotif veya izlek denilen ve roman boyunca belli aralıklarla tekrar eden somut veya kavramsal semboller vardır. Roman okurken bu izlekleri takip ederek kurguyu anlamlandırmak gerekir.

Roman, Rönesans’ın bireyi önceleyen yaklaşımı ile beraber insanın kendisini ifade etme ihtiyacından kaynaklanan bir metin türü olarak Avrupa’da ortaya çıkmıştır. Romans denilen, bizdeki halk hikayelerine benzer anlatıların yazıya dökülmesi ile başlar. Bilimsel kabulde ilk roman, 17. Yüzyılın başında yazılmış olan, Cervantes’in Don Kişot’udur.

Türk edebiyatına roman türünün girmesi Tanzimat Dönemi’ndedir. Batılılaşma etkisiyle 1860’larda Fransız romanından yapılan çeviriler sayesinde Türk halkı roman türü ile tanışır. İlk çevirilerden biri, romantizmin manifestosunu yazan Victor Hugo’nun Sefiller romanıdır. Hugo’nun çağdaşı realist Balzac ve natüralist Zola’ya rağmen Türk okur ve aydını romantik eserlere daha çok ilgi göstermiştir. Bu, Rönesans’ta bireyin öncelenmesine benzer biçimde, klasik şiirin sembolleri ve kalıplarına tepki olarak romantizmin bireye ait duygu, inanç gibi diğer detaylarını önemseyen yönüne duyulan yakınlık ile alakalıdır. Çeviri metinlerden hemen sonra Namık Kemal, Reşat Nuri, Halit Ziya gibi güçlü kalemler orijinal romanlar yazmaya başlarlar. Fevkalade etkili dili, anlatım tekniği ve başarılı karakterleriyle halen güncelliğini koruyan, hatta dizi filme konu olmuş Aşk-ı Memnu’yu bu noktada zikretmeden geçmek haksızlık olur. Doğu-Batı karşılaştırması yapması yönüyle eleştirip değersizleştirmek ise daha büyük haksızlık..

Türkler roman türünden çok önce ilk romancı ile tanışmıştır aslında. Şöyle ki; 1571 yılında İnebahtı Savaşı’nda esir düşen Cervantes, Cezayir’de alıkonulur. Oradan satın alınıp İstanbul’a getirilir. Tophane’de devam etmekte olan Kılıç Ali Paşa Camii inşaatında Mimar Sinan tarafından taşçı olarak çalıştırılır. Bir süre sonra fidyesi ödenerek ülkesine geri alınan Cervantes, özgürlüğüne kavuşmasının ardından Don Kişot’u yazar. Türkler bu dehayı ve belki muhtemelen ilk roman metni ile karşılaşma şansını ıskalamıştır. O tarihlerde İstanbul’da klasik şiirin sembolik dili hakimdir. “Âvâzeyi bu ‘âleme Dâvûd gibi sal, Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş” diyen Baki gibi bir söz ustası meydandadır ve Muhibbi gibi bir başka söz ustası ile nazireleşmektedir.

Roman, bir tür olarak Avrupa’da gelişimini sürdürüp belli olgunluğa ulaşıncaya kadar aradan yaklaşık 250 yıl geçer. Avrupa da Fransız Devrimi ile yeni bir değişim sürecine girmiştir. Bu değişimin etkilediği diğer toplumlar gibi Türklerin roman ile taşması da kendi toplumsal değişim ihtiyacının doğal bir süreci olarak gelişir.

Türk romanında asıl yenilik Cumhuriyet Dönemi’ndedir. İyi bir gözlemci ve eleştirmen olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın 1948 yılında yazdığı ve psikoloji, melankoli, şehrin güzellikleri gibi unsurları müzikalite ile iç içe verdiği Huzur romanı oldukça önemlidir. Yazarın, eseri “batı müziğindeki senfoni”ye benzetmesi yönüyle de yenilikçi ve orijinaldir. Yazarın en önemli romanlarından bir diğeri Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde ise uygarlık düzeyindeki değişimin birey üzerindeki sancıları ele alınmıştır. Tanpınar bu eğiliminde çağın bunalımını yaşayan bireyin iç dünyasını ele alan batılı yazarlar Kafka, Sartre ve Camus’dan etkilenmiştir. Romanlarında bilinç akışı ve geriye dönüş tekniklerini ilk kez uygulayan Tanpınar’ın başta Huzur olmak üzere eserleri 38 dile çevrilmiştir.

Toplumcu Gerçekçi akımın temsilcisi aydın yazarların romanları da Türk romanında önemli kilit noktalarıdır. Şair Nazım Hikmet’in başlattığı sosyalist gelenekten doğan toplumcu gerçekçi köy romanının usta kalemleri Kemal Tahir ve Yaşar Kemal ile toplumcu gerçekçi işçi romanı temsilcisi Orhan Kemal’in edebi gücü hiç hafife alınamaz. Kemal Tahir’in “kerim devlet” kavramını ortaya attığı ve batılılaşmayı eleştirip yerli sosyalizmi yerleştirmeye çalıştığı 1967’deki Devlet Ana romanı bu anlayışın önemli bir eseridir. Yaşar Kemal’in romanları, 40 dile çevrilmiş kült eserlerdir. Bunlar içinde İnce Memed, “Türk Edebiyatı’nın Gelmiş Geçmiş En İyi 100 Romanı” içinde ilk sıradadır.

Toplumcu gerçekçi aydını anlatan, aynı zamanda modern insanın bunalımını konu alan Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı ile Oğuz Atay’ın 1972’de yayımlanan Tutunamayanlar’ı da Türk romanında dönüm noktası olan diğer eserlerdendir. Bilinç akışı ve geriye dönüş tekniklerine ilaveten üst kurmaca tekniğinin kullanılması bu romanlarla başlar. Tutunamayanlar, ayrıca postmodern romanın öncülerinden sayılması bakımından da edebiyatımızda ayrı bir yere sahiptir.

Asıl itibariyle 1980’lerde yaygınlaşan postmodern roman, bilinen roman kurgusunun dışına çıkmıştır ve artık bir şey anlatmak derdinde değildir. Üst kurmacaya metinlerarasılık ve çoğulcu bakış açısının da eklendiği bu türde artık birey neredeyse kaybolmuş, soyut bir varlığa dönüşmüştür. Psikoloji ve duygular romana hakim karakter olmuştur. Orhan Pamuk, İhsan Oktay Anar ve Hasan Ali Toptaş’ın romanlarının başarısı bu noktada tartışma götürmez. Eserleri 60 üzerinde dile çevrilen ve yüzden fazla ülkede okunan Orhan Pamuk, postmodern Türk romanının dünya çapında ulaştığı noktayı anlatmaya yeter sanırım.

Dili ve anlatımı çok güçlü yazarlarımızdan Adalet Ağaoğlu ve Nezihe Araz’ı da hatırlamadan yazıyı noktalamamak gerek diye düşünüyorum. Ağaoğlu’nun 1976’da yayımladığı, 7 saatlik bir yolculukta iç sesler ve bilinç akışını dış anlatıcı olan yazarın anlatımıyla harmanlayarak veren Fikrimin İnce Gülü; dili, üslubu ve konusu bakımından çok özel bir romandır.

Türk romanının Türkiye’den başka anlatacak şeyi olup olmaması tartışmasından bağımsız biçimde başlangıçtaki tartışmaya dönecek olursak, acaba postmodern dönem öncesi Türk romanı daha çok sayıda nitelikli eser çıkarabilir miydi sorusunu sorabiliriz? Bu durumda cevabı yine o yıllarda, postmodern öncesinde aramak doğru bir yaklaşım olacaktır. Tanpınar, 1977 yılında yazdığı “Bizde Roman-II” başlıklı yazısında yılda ortalama yirmi roman basıldığını söyler. Halk arasında tanınmış alt-yedi romancının okunduğunu belirtir. Fakat Tanpınar hiç roman eleştirisi yapılmadığından şikayetçidir. Çünkü Türk romanının ancak yazarların eleştirisi ile gelişebileceğine inanır.

Türk romanının Batı’dan geç bir tarihte alınmasına rağmen bilhassa Cumhuriyet sonrasında Batıya paralel gelişim göstermesi ve her dönemde dünya çapında okunan yazarlar ve eserler çıkarmış olması, başarısını göstermeye yeter sanırım.