Tıp Medreseleri; Darüşşifalar

Gülay Kurt

Sosyal devlet olabilmenin yolu halka ulaşan hizmetlerle ölçülür. Bir devlet halkına ne kadar hizmet eden müesseseler kuruyorsa o kadar sosyal bir devlettir. Bugünkü anlamda sosyal devlet olabilmemizin ilk örnekleri ise geçmişte “Darüşşifa” adı altında toplanan sağlık hizmetlerinin ve eğitimlerinin verildiği kurumlarda ortaya çıkmıştır. Sadece hasta bakan değil aynı zamanda eğitiminin de verildiği yerler olan bu kompleks sistem yapılar bizim gurur kaynağımızdır.

Geçmişin Üniversiteleri dediğimizi medreseler yalnızca dini eğitimlerin verildiği yerler değildi. Aynı zamanda devrinin çok üstünde hizmet veren pozitif bilimlerin de geniş ölçüde yer tuttuğu Külliyelerden oluşmaktaydı. Bu eğitim külliyelerinde çok sayıda yazma eserlerin yanı sıra rasathanelerin (gözlemevi) günümüze ulaşan örnekleri bize bunu ispatlamaktadır.  Hatta Osmanlı Geleneksel Yapı Uzmanı olan Pof.Dr. Gönül Cantay derki;

“Anadolu Türk devletlerinin sosyal devlet anlayışı içinde önemli bir yer tutan eğitimin ayrıcalıklı bir dalı olarak, insan sağlığı ile ilgili olan tıp eğitimi, hastaya hizmet fikriyle paralel sürdürülmüş ve bu uygulamalar kalıcı şekle dönüştürülerek tıbbî ve cerrahî yazma eserler meydana getirilmiş, hatta açıklayıcı minyatürlerle, tıbbî âlet resim ve şemalarına bu eserlerde yer verilmiştir. Tıbbî olayların oluştuğu yapı birimleri olan darüşşifalar (hastahane) için “tıp medreseleri” demek yanlış olmaz. Darüşşifaları (hastaneleri), en basit anlamda "halka sağlık hizmetlerinin sunulduğu yer" olarak, tarif etmek de mümkündür. Anadolu'da "darüşşifa" adından başka "şifahane", "maristan", "bimaristan", "darüssıhha", "darülâfiye", "me'menülistirahe", "darüttıb" isimleriyle tanıdığımız sağlık yapılarının tümü aynı anlam içindedir.

Darüşşifa adı altında toplanan bu yapıların emin ve güven verici kadrolara sahip, sağlık açısından güvenilecek kuruluşlar olduğunu öğreniyoruz. Bu sağlık kuruluşlarında din, dil ve ırk farkı gözetilmeden halka sağlık hizmeti sunuluyordu. Gene bu kuruluşlarda görevlendirilecek hekimlerin tıp ilmine vâkıf ve cerrahide mahir olması şartı her devirde geçerli olmuştur.

Avrupa’da ortaçağda akıl hastalarının, yakıldığı veya öldürüldüğü yıllarda psikolojik tedavi metotları (müzikle tedavi-musico therapy) uygulanan bu muhteşem şifahaneler vakfiyelerle desteklenmiştir. Sağlık kuruluşlarının önemli diğer bir görevi ise tedaviyi gerçekleştirecek ilaçların buralarda imâl edilmesiydi. Bugünkü gibi ilaç sektörünün kaynağı belirsiz ve hastayı tedavi etmeyip bağımlı yapan ilaçlar yerine gerçekten tedavi eden ilcalar bu kurumlarda imal edilirdi. Ayrıca bu ilaçlar Vâkıf'ın koyduğu şartlar çerçevesinde hastaya veriliyordu.

Anadolu'da cüzzamlı hastaların dışarıda dolaşmaları yasaklanmış ve bu tür hastalar için tecrithaneler (miskinler tekkesi) inşa edilmiştir. Anadolu'da hemen her şehrin dışında bir miskinler tekkesi bulunuyordu. Kayseri'de bir cüzzamhane olduğu mevcut bir belgeden anlaşıldığı gibi, Osmanlı döneminde bu tür hastalar için "miskinler tekkesi" adıyla yapılar yapıldığını da öğrenmekteyiz.

Darüşşifa’ larda "hazik, rahîm, akranına faik, tecrübeli, ahlâklı, şarlatanlıktan uzak hekimler, göz hekimleri (kehhâl) ile cerrahlara vazife verileceğinin bildirilmesi, personel tayinindeki titiz davranışı gösteriyor. Mütevellinin görevleri arasında ise ilaç (edviye) temininden, yapıda meydana gelecek bir zararın tamirine kadar sorumluluklar yer alıyordu.

Darüşşifaların ana gayelerinden diğeri ise, tıp eğitiminin burada yapılmasıydı. Zamanı için kullanılan eğitim metodunun usta-çırak şeklinde olması, bu kuruluşların müesseseleşmiş olmasına rağmen icazet (diploma, meslekî belge) müderris (hoca) adına düzenlenmesini gerektiriyordu.

Anadolu'da Osmanlı döneminin başlamasıyla kurulan ilk darüşşifa yapısı "Dar-üt-tıbb" adıyla (M. 1400) Bursa'da Yıldırım Bayezid Külliyesi'nde inşa edilmiştir. Bunun gibi İstanbul'da Fatih, Edirne'de II. Bayezid, Manisa'da Hafsa Sultan ve gene İstanbul'da Süleymaniye Darüşşifası ve Tıp Medresesi, Atik Valide, Sultan Ahmed darüşşifaları ve hatta Sultan Abdülmecid (1839-1861) zamanında inşa ettirilen önemli bir hastane yapısı, Yenibahçe'deki Gureba-i Müslimin Hastanesi ile ilgili vakfiye metinlerinde önemli özellikler tespit edilmiştir.

Osmanlılar Anadolu Selçuklu döneminden devraldıkları darüşşifaların işlevlerini sürdürmelerine çalıştıkları gibi, yeni tesis ettikleri darüşşifaların işleyişi ile ilgili yönetmelik mahiyetinde vakfiyeler tanzim ederek bu kuruluşların devamlılığını sağlamışlardı. İşte vakfiyelerde belirlenen müşterek özelliklerden biri devletin katkısı olmaksızın, vakıf gelirleriyle işleyen Osmanlı darüşşifalarında, hastaların iyileşmesi için gerekli olan hiçbir masraftan kaçınılmadığının anlaşılmasıdır.

Bir taraftan sürekli hastaların yataklı tedavisi yapılmış, öte yandan belli günlerde poliklinik yapılarak hastalara gerekli olan ilaçlar karşılıksız olarak, darüşşifaların eczacıları tarafından hazırlanan macun, şurup, hubab (hap, draje) şeklinde verilmiştir. Bu darüşşifaların vakıf gelirleri oranında günlük ilâç ve mutfak masrafı tahsis edilmiştir.

Osmanlı İmparatorluğun en parlak devrinde Mimar Sinan tarafından İstanbul’da inşa edilen ve bugüne sağlam durumda ulaşan Haseki Hastahanesi (1538-1550), Süleymaniye Külliyesi’ndeki şifâhâne ile tıp medresesi (1550-1557) ve Atik Vâlide Hastahanesi (1583-1587), her türlü hastanın yanı sıra akıl hastalarının da tedavi edildiği ünlü Osmanlı Hastahaneleridir.

İstanbul dışındaki klasik Osmanlı hastahanelerinden yalnız Edirne’deki II. Bayezid Dârüşşifâsı (1484-1488) ile Manisa’daki Hafsa Sultan Dârüşşifâsı bugüne gelebilmişlerdir.

Edirne’deki Mimar Hayreddin’in inşa ettiği II. Bayezid Dârüşşifâsı, Rönesans devrinde ve hatta hastahane tarihinde bir eşi daha bulunmayan bir âbidedir.

Y.MİMAR GÜLAY KURT