Şiddet 'siz' misiniz?

Ümmügülsüm Tat

Ümmügülsüm Tat Ümütlü

25 Kasım 1960. Dominik Cumhuriyeti’nde diktatörlüğe karşı mücadele eden 3 kız kardeşin cesetleri bir uçurumun kenarında bulundu. Vahşice öldürüldükleri tespit edilen kardeşler diktatörlükle mücadelenin sembolü oldu. Uluslararası kamuoyunda yankı bulan bu olaydan yıllar sonra Birleşmiş Milletler 25 Kasım gününün ‘Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması İçin Uluslararası Mücadele Günü’ olarak belirlenmesine karar verdi. BM’nin yaptığı en başarılı projelerden biriydi kadına karşı şiddetle mücadele günü.

Bu bir projeydi çünkü kadına yönelik şiddet sanki Batı’nın kapısından hiç uğramamış; oradaki kadınlar evde, okulda, iş yerlerinde şiddetin her türlüsünü yaşamamış gibi her yıl 25 Kasım’da gözler İslam ülkelerine, Asya’ya yöneldi. ‘Saygın’ yayın organı BBC haberler hazırladı ‘Türkiye’de artan kadın cinayetleri…’. ‘Töre nedeniyle evlenen kızlar…’ ‘Suudi Arabistan’da araba süremeyen kadınlar…’ ‘Dünya’nın doğusunda şiddet…’

Suriye, Filistin, Arakan başta olmak üzere Batı’nın açıkça desteklediği savaşlar, işkenceler, ölümler 25 Kasım’da bir anda görünmez oluyor. Kadınlara eşitlik, özgürlük, adalet dağıtan bir Avrupa, bir yanda bisikletinin sepetinde çocuğunu taşıyan mutlu, huzurlu, tebessüm eden şık kadın fotoğrafları yayınlanıyor. Diğer yanda ise Pakistan’dan, Afganistan’dan kocasının yüzüne kezzap döktüğü kadınlardan bahsediyor. Özgürlüğü ve adaleti yalnızca kendi ülkelerindeki kadınlara uygun görenler diğerlerinin acılarını ancak mesajlarına malzeme olarak kullanıyor.

Peki, dışarıda durum böyleyken Türkiye ne yapıyor? Öncelikle her kadın cinayetinde hükümet suçlanıyor. Boşanma, velayet ve miras konularında kadınların haklarının korunması için yasalar çıkartılırken, kadına yönelik şiddet için birçok önemli hukuki adım atılmışken, sosyal yardımların kadın payı arttırılmışken bir yerde bir kadın ölse katilden önce hükümet suçlu diyorlar. Hatta cinayetler üzerinden sosyal medyada hükümet düşürmece oynuyorlar. Bir kadın ölmüş, bir kadın şiddet görmüş, bir çocuk annesini babasının öldürdüğünü öğrenmiş… Sahi kimin umurunda?

Dizilerde, filmlerde iki tip erkek çıkartıyorlar karşımıza; biri edilgen, bazı hareketleri ile erkeklik tanımından çıkmış diğeri ise şiddete fazlaca eğimli, duygusal iniş çıkışları ile dünyayı yönetmeye çalışan. Bu karakterler üzerinden topluma aşk, sevgi, aile anlatılmaya çalışıyor. Adam mafya fakat iyi sevgili, katil fakat iyi baba… Diğer yandan edilgen erkekler ve bağıran kadınlar, erkeklikten çıkmış erkekler, kadınlıktan çıkmış kadınlar… Özellikle dizilerde aldatılma ve benzeri nedenle karısını öldüren erkekler ‘kutsanıyor’. Sosyal medyada tt oluyor. Katilleri, kadın dövenleri, kaçıranları haftalarca konuşuyoruz. Katilini sev diyorlar, şiddeti kabul et, benimse.

Yakışıklı ve zengin katilleri seviyoruz. Hele bir de Beyaz Türk ise suçundan çok geçmişini, okuduğu okulu, zenginliğini, asaletini anlata anlata bitiremiyoruz. Münevver Karabulut cinayetini hatırlayın ya da seri katil Atalay Filiz’i… Medya iki örnekte de katillerden kahraman çıkarttı, biz de kahramanların doğuşunu seyrettik. Vahşice öldürülen kadınlar, bir insanın neden bu hale geldiği ya da getirildiği değildi mesele. Katiller yakışıklı mı, aristokrat mı, zengin mi o zaman medyanın dili yumuşuyor, nefret edilecek insanlardan ‘ama’lı kahramanlar çıkıyor.

3. sayfa haberlerini de seviyoruz. Nasılsa uzağımızda yaşanıyor, dinliyoruz, izliyoruz. Arada kızıyoruz fakat hoşumuza gidiyor. Şiddete böyle böyle alıştırıyorlar bizi. Yavaş yavaş veriyorlar. Şiddet ve gerilim bağımlısı yapıyorlar. Sakin hayatlar, sakin hikayeler, sakin filmler hoşumuza gitmiyor bir süre sonra. Şiddet normalleşiyor. Sıradanlaşıyor. Trafikte bağıran adamların evde eşlerine neler yaptığını, markette kasiyer azarlayanların yanında çalışan asistanına çektireceklerini, sürekli eleştiren baba modeli ile büyüyen çocukların nelere göğüs gerdiğini ve ileride hangi sıkıntılarla başa çıkmaya çalışacaklarını görmek istemiyoruz.

Toplumda kanaat önderleri, ilahiyatçılar kadınlara tesettür başta olmak üzere birçok konuda ayar verirken ve kadın merkezli sorun çözüm yöntemleri geliştirmeye çalışırken daha doğrusu sorunun kadın paydasına odaklanırken kimse de çıkıp ‘Ey erkekler bu kadınlar sizin emanetiniz’ demiyor. Peygamberimiz (sas) in birçok sünneti uygulanırken bir Müslüman da Allah rızası için çıkıp Hz. Hatice’ye, Hz. Aişe’ye şöyle davranırdı, çocuklarına böyle bir babaydı diye anlatmıyor. Günah deyince akıllara namaz kılmamak, faiz yemek, içki içmek gelirken kimse aile huzuru bozmaktan, eşlik hukukundan, yakın uzak çevresini kıra döke yürüyenlerden bahsetmiyor.

Şiddete meyilli insanlar zor adam oluyor, zor ama çok seven, çok aşık. Kavgayı, gürültüsü, gerginliği, kaosu sevdiriyorlar. Oysa filmlerdeki gibi büyük olaylardan sonra kaçacak huzurlu kasabaları yok insanların. Kadınların gidecek yeri yok. Ama çaresizleri, çaresizliğin içinde derin kuyulara atacak çok vicdansız var. Ezdiği kadınlarla övünen çok ‘adam’.

Sonra da eşitlikten, kadın haklarından, adaletten falan bahsedip 25 Kasım’da birkaç yürüyüş, birkaç protesto metni ile şiddetle mücadele ettiğimizi zannediyoruz. Büyük yangını söndürmeye elimizde bir bardak su ile gidiyoruz fakat arka bahçelerimiz bir bir yanıyor. Yanık kokusu ortaya çıkmasın diye etrafa çiçekler ekip onu da sosyal medyada paylaşıyoruz. Oysa yanıyoruz. Alev alev yanıyoruz.

Aslında tek bir soru var zihnimde. Şiddetsiz misiniz, yoksa şiddet siz misiniz? Bu soruyu bireysel olarak cevaplayamadığımız sürece şiddetin sadece üstünü örteriz. Faturasını öderiz. Adına da toplumsal çöküş, alışkanlık, kutuplaşma falan filan deriz.