Şehir

Hüseyin Karaca

“İslam ve şehirler” hakkında, “tüketimle beraber şehirlerden çekilen ruh”tan bahseden bir yazı ısmarladı tâlib.
Tasnifler öldürücüdür dedi kâtib.
İslam ve kent, tüketim ve çekilen ruh. Her tasnif bütüne ihanet gibi göründü.
Müslüman olmayan ama kent olan şehirler belirdi gözünde kâtibin.
Klişelere mahpus, ideolojilere kurban, patır patır yükselen, gökyüzünü üzmüş yeryüzüne küsmüş beton arenalara baktı bir an.


Daha kent kelimesini bilmezken, İstanbul’u öğrendiği çocukluk yıllarına gitti aklı.
Mavi İstanbul semalarında uçan martılara hakiki simitler verdiği, boğazın gerçekten kıtalara açılan pencere olduğu mevsimlere gitti.
Pırpır ederken hatıraları, özenti ezanların, özenti müslümanlıkların duyulmadığı ortaokul eyyâmına daldı gözleri.
Beyazıt camiinde Kıraat icazetlerinde hoca Abdurrahman Gürseslerin onuru, talebe Biçerlerin okuduğu aşırlardaki ihtişam yankılandı kulaklarında.


Selatîn cami kürsülerinde ak sakallı, fıkıh behreli vâizlerin mütebessim sîmalarında buldu kemâli.
Buram buram fetih kokan surlarda yankılanan, Topkapı garajından yükselen herc ü merc içindeki tarifsiz ahenk canlandı hayalinde.
Bütün Türkiye’nin göç Medine’si olmadan önce, sokaklarındaki vakur kanaate, caddelerindeki müstağni kent özgüvenine ilişti gözleri. Yaşlıların hece hece Türkçe baharı sunduğu, kelimelerin cümle, sükûtların hutbe olduğu, dinlemenin erdem görüldüğü aylara uzandı.
Sırtında bir kâinat gurbeti taşıyan hamalların sigara içmekten kararmış parmak uçlarına kader bağlamış gecekondulardaki kanaat öykülerine kulak verdi.


Haydarpaşa garına yanaşan vapurda hissettiği Balkanların soğuğundaki sıcak sılayı hissetti tekrar. Üşüyen bedeni mabedlerindeki vaazlarında ısıttığı, vaazların vaaz, ezanların ezan olduğu, şadırvanların sadece secde için ıslandığı günlere aktı hafızası.
Süleymaniye yokuşunda her ırktan esnafın alın terine akseden İstanbul nakışlı kent ahlakını, bu ahlakın yediden yetmişe çıraklarını, kalfalarını ustalarını hatırladı.
Kozahan’ında çay yudumladığı Bursa’nın, henüz Osman Gazi heyecanı, Orhan kıvraklığı Yıldırım gelgitleri, Hüdavendigâr cengi, Emir Sultan sohbeti, Somuncu Baba mahviyeti,   Cem Sultan hüznü ile dolu olduğu, talebenin talebe hocanın hoca görüldüğü fakülte zamanlarına döndü.


Ulucami’de şadırvan huzuruna, Murâdiye’de meçhûl sekine hâllerine gark oldu. Uludağ’ı vatan edinen kadîm keşişlerin riyazetlerinde büyüyen bilgelikten, zahir bâtın ilimlerde mütebahhir Bursevî dergâhında tedrîsât asırlarından kalma uykusuz rahlelere uzandı bakışları.
Ovada esen lodoslardaki sert celâli tecellilerle yemyeşil bahçelerindeki meyvelerdeki cemâl tesbîhatının armonisini düşündü.
Bursa’nın kent olduğu, kendisinin de henüz şiir kıvâmında mahrumiyetler içinde Beş Şehir’ler okuduğu altın yüzyılı anımsadı.


Kavrulan sıcakta Konya’da, Mevlana türbesinde taşa mimariye bürünmüş serin erbain çileleri, semâ vecdlerine râm oldu.
Kış kıyamet koca bir coğrafyaya medrese medrese asırlarca suffelik yapmış, Kuran’a dört mevsim hâdim olup her hanesinde en az bir hâfız yetiştirmiş, Kâfiye, Molla Cami, Kudûri hıfzetmiş Solakzadeleri, divânında beyit beyit ledün haykırmış Efeleri, Marifetnâme yazan İbrahim Hakkıları ile Erzurum’un Erzurum olduğu vakitlere koştu.
Eski Cami’deki paha biçilmez hat yazılarına, Üç Şerefeli’de Selimiye olacak hendesi kıpırdayışlara, bir kimlik vesikası gibi Avrupa’ya selam duran Selimiye’de Sinan mührü sanata, Meriç nehrinde akan Balkan savaşları ızdıraplarına dokundu Edirne’de. Trakya şivesindeki nezâketin, Trakya arazilerindeki bereketin anahtarı olduğu yakın zamanlara dokundu elleriyle.


Dokundu ama sonunda hem medeniyetin hem sanayinin elifbası İstanbul’da karar kıldı kâtib.
Ashab-ı Kehf sandı kendisini. Uyandığında uykusundan, elinde tuttuğu dirhemlerin hükmünün kalmadığını, mağaranın ışığının artık gözlerini kamaştırmadığını anladı.
Sarrafları dirhem nedir bilmiyordu bu kentin. Üstüne üstlük kılık kıyafeti de garipseniyordu. Terzisi kalmayan elbiseler giydiğini, gramerini hiç kimsenin bilmediği bir dili konuştuğunu fark etmesi uzun sürmedi.
Caddelerinde ayak basacak yer neredeyse kalmamıştı. Her sokak lebalep modern araçlarla doluydu. Hemen herkes meşguldü burada.


Metrolar tramvaylar vızır vızır beşer hikayesi taşıyordu.
Rüzgar estiğinde kaldırımlarda, gâh poşet gâh peçete hemen her millete ait bir bir çöp hatırası vardı.
Çöp kamyonlarının Allah korkusu olan ağzı dualı şoförleri de olmasa kentin hâli haraptı.
Şehirde günlerce çiseleyen güz yağmurların yerini, ceviz büyüklüğünde dolu taneleri almıştı. İki saatte neredeyse bir aylık yağmur düşüyordu kente.
Barajları dolduruyordu keremine lütfuna merhametine kurban olduğum Mevlâm.
Günahları sayan, günahları tasnif eden bilgelikler çoğalmıştı.


Kariyer yapmış anneler babalar gırla idi. Aynı evde annesine babasına hasret evlatlar da bir o kadar çoktu.
Milyonlarca müslüman göçmene bağrını açan kent, adeta global bir lisan okulunu andırıyordu.
Nihayet kent, kira fiyatlarına yüzde yüz zam yapan hacı amcalar, parkları “belediye işçisi de maaş alsın evine ekmek götürsün” diye çöpüyle olduğu gibi bırakan göçmen müslüman hanım teyzeler de gördü.
“Bu şehrin geceleri”ne yol veren “batan güneş”i seyredememeklikten ötürü içi cız etti kâtibin.
Tepeden bakmak istedi kente. Tepe gibi binalar önünü kesti.


Ezanlarına sığındı, lakin bütün camilerde aynı makam aynı insan okuyordu ezanları. Merkezi ezan vardı artık. Merkez camiinde ilçenin, kentin bir başka merkez camiinden gelen ezanlar yükseliyordu.
Kendi camiinde ezan okunmayan baş imam, sözünün eri her Cuma her cehri vakit namazında aynı iki ayeti okuyordu. Müthiş bir bütünlük vardı hayatta.
Kanaat telkini yapan dillerden israf damlıyordu.
İnfak etmesi gereken ceplerde akrep vardı.
Bu kızıl kıyamet çok sürmez dedi kâtib.


Şikayet çözüm değil dedi tâlib.
O an mahalle mescidinden emekli bir müezzinin ikindiye rastlayan vakitte merkezi olmayan ezanı yükseldi.
Elindeki dinarları fırlattı kâtib.
Garip kıyafetli kâtib terzisini bulmuş, sarrafına koşmuştu. Şadırvandaki musluklardan şebeke suyu değil gözyaşı akıyordu.
Şehir İstanbul olmuştu.