Klinik Psikolog Rukiye Karaköse
Ah, kimselerin vakti yok,
Durup ince şeyleri anlamaya…
Gülten Akın
“Her şey akar” diyor Heraklitos. Zaman ve insan durmaksızın bir değişim ve dönüşüm içinde. Böyle olması şaşırtıcı değil… Yaratıcı da kendisi için “O her an yeni bir şe’ndedir (iştedir)” buyuruyor kelâm-ı kadîminde. Değişim, devinim ve yenilenme, varoluşun özünde mevcut.
Son yüzyılları düşündüğümüzde özellikle sanayi devrimi sonrası kültürel, teknolojik ve sosyal anlamda insanlık tarihi boyunca kat edilen mesafeden çok daha hızlı ve büyük boyutlu değişimlere şahitlik ediyoruz. Eski bir Çin adetine göre birine beddua etmek istenirse ‘ilginç zamanlarda yaşayasın’ denilirmiş. Hakikaten “ilginç” zamanlardan geçiyoruz, buna şüphe yok.
Sanayi devrimi ve aydınlanma çağının “ürünü” olarak şehir insanı, bir adım sonrasında da metropol insanı, modern çağın huzursuz lanetlisidir. Daha fazla üretim ve tüketim, teknolojik gelişmeler ve refah, insanı daha mutlu etmeyi vaad etti. Daha çok haz, daha çok şeye sahip olmak, daha sınırsız bir iştah ve bunun tatmini ile sahte bir “yeryüzü cenneti” vaad eden bu söylem, maalesef vaad ettiğini veremedi. Üstelik onca kişisel gelişimciye, yaşam koçuna rağmen… Daha fazla haz ve daha fazla hız, mutluluk ve huzur getirmedi, aksine depresyon, intihar ve bağılılıklar arttı. Çağımıza “endişe çağı” diyenler haksız değiller…
Meksika’da Inka tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog, birkaç yerli rehberle yola düşerler. Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu, kısa bir sürede yarılarlar. Aynı hızda biraz daha ilerledikten sonra, yerliler kendi aralarında konuşup birden yere oturur ve o şekilde beklemeye başlarlar. Tabii Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremezler.
Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola çıkar. Sonunda tepenin üstündeki görkemli Inka tapınaklarına gelirler.
Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere sorar, “hiç anlayamadım, niye yolun ortasına oturup saatlerce boş yere bekledik?” Yaşlı rehberin cevabı o kadar güzeldir ki;
“Çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız geride kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik…”
Bizim halimiz de buna benzemiyor mu? İşlerimizi çabuklaştıran makinelere sahibiz ve mesafeleri kısaltan uçaklara… Ama yine de işlerimiz bitmiyor, dinlenemiyor, huzur bulamıyoruz. Metropolün insanı her an “bir şeylere yetişmeye çalışırken” hayatı kaçırıyor, tükeniyor… Öyle ki bu durumu tanımlayan bir sendrom bile var artık. Son yıllarda karşımıza sıkça çıkıyor: “Tükenmişlik (burn out) Sendromu”.
“Bütünüyle yanmış” anlamına gelen 'burn out' ifadesi, vücudun fiziksel ve ruhsal olarak çökmesi demek. Bu sendrom sürekli stres altındaki kişilerde görülüyor. Bunlar işlerine gereğinden fazla bağlıdır ve en mükemmel şekilde yapma kaygısı ile kendilerini aşırı derecede zorlayıp baskı altına sokarlar. Bundan dolayı da kendi ihtiyaçlarını bile gözden kaçırabilirler. Kişinin kendisine büyük hedefler koyup daha sonra istediklerini elde edemeyip hayal kırıklığına uğrayarak, yorulduğunu ve enerjisinin tükendiğini hissetmesi olarak da açıklanıyor.
Yorgunluk ve ilgisizlikle başlayan 'burn out' uzun süre kendini saklayabiliyor. Bu hastalığa yakalananlar kendilerini “çok çalışıyor, ama bunun sonucunda hiçbir şey elde edemiyor” gibi algılıyorlar. Ayrıca meydana gelen bu belirtiler kişi tarafından önemsenmezse hastalık mide, kalp ve sırt ağrısı başta olmak üzere birçok probleme de neden olabiliyor.
Görüyoruz ki bu delice hız, sürekli bir yerlere yetişmeye çalışmak ve sürekli bir takım işleri yetiştirmeye çalışmak insana iyi gelmiyor. İnsanın iç âleminin ritmini bozuyor. Durup ruhumuzla bedenimizin buluşmasına fırsat vermeli insanoğlu, yoksa bu “baş dönmesi”nden kurtulamayacağız.
Hz. Mevlânâ, eserlerinde kâinatı, hayatı nasıl algılayıp nasıl yorumlamamız gerektiğine ilişkin muhteşem ipuçları verir. Bu yanıyla bir hayat rehberi olarak okunsa yeridir. Günümüzde her ucuz gazetenin bir köşesinde en az birer “yaşam koçu, ilişki koçu, her bir şey uzmanı”nın ahkam kesip bize bakış açıları pazarladığını ve bu satışın “alıcı” da bulduğunu düşününce bir “hayat rehberliği”ne ne kadar ihtiyacımız olduğu da aşikardır. İhtiyacın cevabını doğru yerde aramayınca, kaht-ı rical kontenjanından popüler olmuş bu zevata hayli iş düşüyor.
Gelin beraber bakalım, Hazret-i Pîr ne diyor bize: “İnsan, her zaman yoksulluk duygusu içinde yaşamalıdır; güzel, göste¬rişli, pahalı elbiseler giymemelidir. Çünkü yoksulluğa sabretmekten kurtulunca benliğe kapılır, başköşeye geçmek ister.
İnsanın eli, tırnağı olmamalı, güçsüz olmalıdır. Yumruğu kuvvetli, tırnağı sivri olursa, ne din düşünür, ne de doğruluk.
İnsanın belalar içinde olması daha iyidir! Çünkü insanda bulunan nefs-i emmare, Allah’ın verdiği nimetlere karşı nankördür; insanın yolunu şaşırtır, sapıklığa düşürür!”[1]
Söylenenleri zahiri anlamıyla almak yerine kendimize sormalıyız: “Bu sözlerin özünde ne var? Ne anlatmaya çalışmış bize?”
“İnsanı denemek için eline güç verin” derler. Gücü ve iktidarı elinde tutan kişinin hakkaniyete uyması gerçekten zordur. İnsan, doğası gereği bencildir ve kendi çıkarlarını gözetir. Böyle olunca da hata yapma ihtimali artar. Elindeki imkanı kendi menfaatine kullanabilir, gücü ve iktidarı sayesinde haksızken bile kendini aklayıp üste çıkabilir.
Hz. Mevlana daha mütevazı şartlara sahip olmanın bu manada daha az risk taşıdığını ifade eder. Erkeğin kadını, ebeveynin çocukları, patronun işçiyi, devletin vatandaşını, sermayedarın emekçiyi ezmesi de hep bu hazmedilemeyen gücün ve iktidarın kötüye kullanımı sonucunda ortaya çıkar. Demek ki güç, hakikaten büyük bir imtihan, elimize şimdikinden daha fazlası verildiğinde onu yerli yerince, kendimize yontmadan kullanıp o sınavdan başarıyla çıkabilir miyiz, bilemeyiz… Çok dikkat etmek, kendimizi sık sık muhasebe etmek ve yüksek bir farkındalık gerekir bunun için.
Metropol insanı belki de “yönetemeyeceği kadar fazla” imkana, hıza, güce ve iktidara kavuşmanın ağırlığını taşımakta zorlanıyor. Yeryüzünü cennete çeviremeyen, “imkan, haz ve hız” sunan ama ruhumuzla bağlantımızı koparan bir girdabın içindeyiz. Endişeyi bertaraf edip huzura kavuşmak istiyorsak onu “bu hayat tarzı ve algısı” içinde yapamayacağımız çok aşikar. Yeniden düşünüp yeniden tefekkür etmedikçe, yavaşlayıp geride kalan ruhlarımızla buluşmadıkça, kalbimizde sükunete, merhamete, tefekküre yer açmadıkça galiba bize kolay kolay huzur yok. Yine de bir yerden başlamak gerek. Ümidi diri tutmak gerek. Şair der ki “Senden umut kesmem, kalbinde merhamet adında bir çınar vardır…”. O çınarı yeşertip gölgesinde dinlenebilmek dileğiyle…