Ruhuma Üfleyen Şehirler 

Saliha Sağdıç


Şehirlerin, mekanların kutsallığına ya da moda tabirle enerjisine inanır mısınız? Benim
için bu sorunun cevabı kesinlikle evet. Haftalar önce hac ibadetimi yapmak için Mekke’ye
ve elbette Medine’ye gittim. Bir Müslüman için, bu iki şehrin anlamı dünyadaki bütün
şehirlerden farklıdır, hele ki hac gibi manevi duyguların zirvelerde yaşandığı bir dönemde
gidilmişse.

Hacca ya da Umre’ye giden yakınlarınız varsa bu şehirlerin dillerinden düşmediğini ve
mütemadiyen büyük bir özlemle andıklarını duyarsınız. Bu özlem, şehirlere midir, yoksa
orada yaşanılan duygulara mıdır?

Mekke ve Medine biz Müslümanlar için elbette kutsal ve önemli iki şehir. Fakat
Müslüman kimliğimizi bir kenara bırakıp baksak bile yine fevkalade iki şehir görürüz.
Mekke, harem bölgesinde olduğu için buraya Müslüman olmayan kişilerin girmesi
yasaktır. Dolayısıyla Müslüman olmayanların gözünden bu şehri görmek ve onlara neler
hissettirdiğini bilmek mümkün görünmüyor.

Fakat yine, hem biz Müslümanlar hem de Hristiyan ve Yahudiler için kutsal olan Kudüs
şehri için şöyle söyleyenler var. “Hiçbir dine inanmasanız bile sizi etkisi altına alan
büyüleyici bir şehir” Bunun sebebini tahmin etmek çok da zor olmasa gerek. Binlerce
yıllık tarihi olan bir şehir ve içinde yeryüzünde yapılmış ilk madeblerden biri bulunuyor.
Bunlar benim yazının başında sorduğum soru için kendi cevabımın açıklaması aslında.
Bir de üzerine inandığınız dinin değerleri eklenince şehirlerin sizin için anlamı mutlak
surette değişiyor.

Bu açıdan bakınca Mekke, yeryüzünde yapılmış ilk ibadethaneye yani Kabe’ye sahip
olması açısından muazzam bir öneme sahip.
Mekke ve Medine bugün Suudi Arabistan Krallığı’nın yönetiminde ve bu yönetimin
seneler içindeki politikaları sebebiyle birçok şeyin orijinali artık yok. Peygamber
efendimizin doğduğu ev gibi ya da Mekke ve Medine’de bulunan bir çok mescid gibi...
Fakat Kabe sanki binlerce yıldır hiç değişmemiş gibi orada öylece duruyor. Elbette
seneler içinde çeşitli tadilatlardan geçmiş fakat orijinal şekli hiç değişmemiş. Bugün
dünyanın herhangi bir yerinde binlerce yıllık bir taş bulunsa bu büyük bir manşet olur.
Doğrudur da çünkü bu gerçekten etkileyicidir. İşte Kabe hem bu açıdan, hem de bir
görsel sanatlar eğitimcisi olarak söyleyebilirim ki, dünyanın en estetik yapısı olması
sebebiyle hayranlık vericidir. Dünya üzerinde mimari olarak bu kadar sade olup bu kadar
etkileyici görünebilen başka bir yapı olduğunu düşünmüyorum. Kabe’nin yapısal
büyüleyiciliğine bir de çevresinde tavaf yapan insanların oluşturduğu enerjiyi ekleyince
ortaya hakikaten muhteşem bir şey çıkıyor. Büyük bir çekim, sanki dev bir mıknatıs gibi
oraya çekiliyorsunuz.

Bu sebepledir ki, hac ya da umre ziyareti yapan kişiler için Kabe’yi ilk görüş çok
önemlidir. Bu sebeple Kabe’yi ilk kez görecek kişilerden, tam önüne gelene kadar
başlarını kaldırmamaları istenir. Bu, gerçekten o anı daha da güzelleştirmeye yarar.
Aradan, dereden, birazını, kıyısını, köşesini değil de tüm ihtişamıyla tamamını
görürsünüz karşınızda.
Benim için de süreç aynen böyle işledi ama küçük bir farkla. Hac mevsimi olması,
kalabalık ve kapıların çoğunun kapalı olması sebebiyle başımız yerde bakmamaya
çalışarak gittiğimiz yol biraz uzun sürdü. Ya da bana öyle geldi bilmiyorum. Bir de,
bakma denilince bakası geliyor insanın. Ya da sadece bana öyle oldu, onu da
bilemiyorum.

Başınızı kaldırmayın denildikçe kaldırasım geldi. Yukarı veya öne bakmadımsa da, Kabe
burada değildir diyerek yan tarafa kaçamak bir bakış attım. Kocaman bir Mc Donalds
M’si gördüm. “Yok canım, ne Mc Donalds’ı! Ne işi var burada? Yanlış görmüşümdür”
diyerek eğdim tekrar başımı.

(Ertesi gün tekrar gidince baktım ki, gerçekten Mc Donalds M’siymiş. Ne acıdır ki,
Kabe’nin etrafı bunlarla dolu.) O çirkin M’den sonra kafamı bir daha kaldırmadım.
Bu arada herkes Kabe’yi görünce edeceği duayı düşünüyor, hocalar da öneriler
veriyordu. Kabe’yi ilk gördüğümüzde edeceğimiz dua makbul dualardan olduğu için
herkes heyecanlı. Genellikle “Allah’ım bundan önce ettiğim ve edeceğim duaları kabul
et” duasını etmeyi planlıyorlar. Fakat bu dua nedense içime sinmiyor, ne bileyim
amiyane tabirle “çakallık” gibi algılıyorum. Son anda arka taraftan gelen bir ses
duyuyorum, hoca “yalnızca bir dua” diyor. O da öyle deyince panik oluyorum ve şu dua
çıkıyor ağzımdan “Allah’ım, kalp gözümü aç!” Ne? Ne dedim ben? Sonrasında neden
böyle bir dua ettim diye düşündüm durdum. O an ağzımdan çıkıverdi işte.
Ağzımdan bir dua çıktıysa da gönlümden binlerce dua çıktı ve hayatımda yaşadığım en
duygu dolu anları yaşadım. Bir çok insanla beraber gözyaşlarımı bıraktım o kutsal
mekana. Oranın havasına ve suyuna karışsın ve benden bir şeyler hep orada olsun
istedim. Evet onu karşımda görmeden önce koca bir marka harfi gördüm, etraf zaten
onlardan doluydu, herkesin çokça eleştirdiği kocaman altın kuleler, dev oteller,
gökdelenler ve senelerdir devam eden inşaat araçları, vinçler vs vardı. Ama tüm bu
günümüz dünyasına ait şeylerin tam ortasında siyah bir yıldız gibi parlayan Kabe var ve
ona bakmak insana çevresindeki her şeyi unutturuyor. Etrafına ne kadar büyük ve
gösterişli binalar yapılırsa yapılsın hiçbir şey Kabe’nin ihtişamından bir şey eksiltmiyor.
Bu sebeple Mekke’nin iki ayrı şehir olduğunu söylemek çok da yanlış olmaz. Aslında
dünyanın tüm şehirlerinde olduğu gibi Mekke’nin de iki yüzü var. Bir tarafta Kabe’yi
ayaklar altına alan dev altın kulelerde kalan, ayaklı bardakları ile Kabe’yi aynı karede
fotoğraflayıp sosyal medya hesaplarında paylaşanlar bir tarafta sosyal medyadan haberi
bile olmayan; bir tuvalet köşesinde, ya da bir çöpün kenarında uyumaya çalışan, biri
yiyecek verirse yiyen, sadece yol parasını denkleştirip hacca gelen insanların olduğu bir
şehir Mekke. Şatafatla, sefaletin kol kola olduğu bir şehir. Ama bunu öyle mecaz
anlamda söylemiyorum; şatafatla, sefalet kol kola değilse de omuz omuza tavaf yapar
Mekke’de. Dünyada bunun başka bir örneği de yoktur.

İşte hac öyle bir ibadet ki, dev altın kulede uyuyanla, tuvaletin yanında, çöpün kenarında
uyuyanı aynı şeyin etrafında döndürüyor, aynı yerden taş toplatıp, aynı yerden attırıyor.
Kral da olsan, sultan da olsan o iki metrelik beyaz kumaşa dolanıp aynı şeyleri
yapıyorsun o insanlarla. Zaten bu insanları dünyada başka hiçbir güç böyle bir araya
getiremez. Çünkü Kabe’nin etrafında dönerken zengin, fakir, siyah, beyaz, güzel, çirkin,
kadın, erkek diye bir şey kalmıyor. Orada sadece insan var, tıpkı doğduğumuz ve
öldüğümüz anda olduğu gibi. Çünkü Allah’ın katında yalnızca ona ne kadar yakın
olduğumuzun önemi vardır.
İşte sırf bu sebeple bile Mekke dünyanın en güzel şehridir. Bu büyük kucaklaşmaya ev
sahipliği yaptığı için. Buradaki manevi havayı, kardeşliği tüm dünyaya yaysak ne savaş
kalırdı, ne zulüm, ne açlık.

Hac ibadetimi yapmadan önce birçok kişi kendi deneyimlerini anlatmıştı ve çok sayıda
kişiden şöyle şeyler duymuştum. “Medine çok güzel, çok beğeneceksin ama Mekke öyle değil; çok kayalık, çok pis, insanları şöyle vs” Bu söylenenler kısmen doğru aslında.
Medine yani Peygamber efendimizin medfun olduğu şehir nispeten daha düzenli ve
daha sakin bir şehir. Bir de efendimizin huzurunda olma hissi şehri daha manevi kılıyor.
Medine deyince insanın kalbine ılık bir rüzgar esiyor sanki...

Mekke; Rasulullah’ın dünyaya gözlerini açtığı şehir, islamın doğduğu şehir, ilk vahyin
geldiği şehir, yüce Allah’ın “evim” dediği Kabe’nin olduğu şehir, Peygamber efendimizin
"Allah'ın yarattığı şeyler içinde en çok sevdiğim yer sensin. Eğer buranın halkı beni
(zorla) çıkarmasaydı, ben kendiliğimden çıkmazdım." Dediği güzel şehir... İnsan onu
taşıyla, toprağıyla sevmez mi? Kuraklığıyla, sıcağıyla, kayalığıyla sevmez mi?
Peygamberin sevdiği ve bir gün geri dönüp fethettiği Mekke’yi elbette daha güzel, daha
temiz, daha bakımlı görmek istiyor insan. O gözle bakınca eleştirecek çok fazla şey de
bulunabilir. Fakat ben bugüne kadar gittiğim tüm şehirlerde yaptığım şeyi, yani
güzelliklerini görmeyi; peygamber efendimizin sevdiği bir şehir için fazlasıyla yapmayı
tercih ettim.

Ne demişti Vizontele filminde belediye reisi Nazmi Bey; “Bir yerde mutlu mesut olmanın
ilk şartı orayı sevmektir. Burayı seversen, burası Dünya’nın en güzel yeridir. Ama
Dünya’nın en güzel yerini sevmezsen, orası Dünya'nın en güzel yeri değildir...”
Ben Mekke’de belki de hiç yaşayamayacağım. Ama ben orayı sevdim ve benim için artık
dünyanın en güzel şehridir.


Kabe’yi ilk kez gördüğümde “kalp gözümü aç Allah’ım” demiştim. Duamı yeniliyorum,
kalp gözümü aç Allah’ım, dünyanın bütün güzelliklerini göreyim, çünkü sen yaratmışsan
her yer ve her şehir güzeldir.