Saliha Sağdıç
Son zamanlarda birçok şeyin tabiri caizse "içini boşaltarak" yaşıyoruz. Belki daha güzel konuşuyoruz, daha güzel ifade ediyoruz, daha güzel pazarlıyoruz, daha güzel yansıtıyoruz ama yaşamayı es geçiyoruz sanki. Güzel ve yeni bir yeri gezmeye gittiğimizde, durup bir bakmak, içimize
sindirmek, Allah'ın yarattığı güzellikler karşısında tefekkür etmek yerine; orada olduğumuzu insanlara göstermeyi tercih ediyoruz. Kayıt altına alalım, video ve fotoğraflarla paylaşalım hatta canlı yayınlarla herkese ilan edelim derken anı kaçırıyoruz. Böylece bizi mutlu eden şey, yaşadığımız andan aldığımız zevk değil, insanlara göstermekten ve onların beğenisinden aldığımız zevk olmaya başlıyor. "Bilmem kimin kitabını alacaktım, var mı acaba? Kitabı mı, kahveyle çekilmiş fotoğrafını mı istersiniz?" şeklinde bir diyalog olan karikatür durumu net olarak özetliyor sanırım.
Düğünler mesela? Ayrıntıların çoğu genç çifti ya da ailelerini mutlu etmek için değil gelen konukları mest etmek, "vay be! Ne düğündü" dedirtebilmek için. Gerçi artık konukları mest etmek için düğünlere de ihtiyacımız kalmadı. Her türlü fırsatı değerlendiriyoruz bu konuda. Düğün, balayı, baby shower, diş buğdayı, bir düğünü aratmayan şaşaadaki birinci yaş kutlamaları, hatta son zamanların modası cinsiyet partileri
(bebeğin cinsiyetini herkese ilan etti- ğiniz partiler), muhafazakar aileler için Kur'an'a geçiş partileri, ilk hatim kutlamaları, okula başlama, okuma bayramı, anasınıfından, ilkokuldan ortaokuldan mezun olma, mezuniyet kınası (evet bu da var) vs? Giderek bütün hayatımız beğenilme ve gösteriş odaklı olmaya başladı.
Gösteriş, abartı ve şatafat tüm hayatımızı esir almışken, ibadetlerimizi etkisi altına alması kaçınılmazdı elbette. Oysaki ibadetler kulluğun ve tevazunun en açık göstergesi olmalıdır. Allah için yaptığımız bir şeyin içine dünyalık ne kadar az şey girerse o kadar makbul değil midir? Bu yüzden her yıl Ramazan ayı yaklaşırken, Ramazanın ruhundan biraz daha uzaklaştığımızı hissediyorum. Maalesef çağın vebası gösteriş hastalığı
Ramazan'da da yakamızı bırakmıyor. İçini boşalttıklarımızın arasına bu kutlu ay da giriyor böylece. Bazı mekanların mistik bir atmosferi, kendine has bir kokusu olur, içeri girer girmez sizi etkisi altına alır, o anda dış dünya ile iletişiminiz kesilir ve o mekanı sizin için diğer her yerden ayırır ya; işte Ramazan ayı da benim için böyledir. Diğer tüm aylardan, tüm zamanlardan ayrıdır, kendine has bir kokusu vardır sanki ve girer girmez insanı etkisi altına alır. Fakat artık Ramazan'ın geldiğini; Ramazanın ruhuyla uzaktan yakından alakası olmayan televizyon reklamlarından, faizli bayram kredisi ?evet, evet haram olan faizden bahsediyorum- ve bayram tatili ilanlarından anlıyoruz.
Ramazan ayı biz müslümanlar için ibadet, arınma, nefs terbiyesi, yardımlaşma, paylaşma gibi anlamlara gelirken bazı fırsatçılar için büyük bir rant kapısı, dini kendi kafasına göre yorumlayan ve bile isteye tahrip etmek isteyenler için ise bulunmaz bir zaman dilimi adeta. Bu sebeple tezgahlarını en çok bu ayda kuruyor, oyunlarını en çok bu ayda sahneliyorlar. Gelirinin neredeyse tamamını; müslüman kanı dökmekten
keyif alan bir ülkeye bağışlayan meşhur gazlı içecek neredeyse Ramazan ayının sembolü haline geldi. Kendisinin olmadığı bir ramazan sofrası
düşünülemiyor. Üstelik bu meşhur gazlı içecek en büyük karını da Ramazan ayı için müslüman ülkelerde yaptığı reklamlardan elde ediyor. İçinde hilal, minare gibi dini hiçbir sembolün olmadığı, davul, pide, Hacivat Karagöz gibi sadece geleneksel sembollerin olduğu reklamlar; iftar sofrasından çok led ışıklarla süslenmiş upuzun masaların olduğu nişan sofralarına benzeyen sofraların yer aldığı dizilerle de Ramazan'ın naif ruhu kirletiliyor ve içi boşaltılıyor.
Magazin programlarında iftar buluşması adı altında cümbüş ve şamatalı, şarkılı danslı eğlence yemekleri gösteriliyor uzun uzun. Gitar yerine ud
olunca Ramazan'a uygun oluyor yani. Hanım şarkıcılar dekoltelerini biraz kapatıyor tabi Ramazan hürmetine. Gündüz de aç durduklarına göre al sana Ramazan, daha ne olacak ki? Ramazan ayı zaten gündüz aç duralım, akşamı zor edelim, mümkünse o arada aç durduğumuz için kibirden dört köşe olalım akşama da deli gibi yiyip, eğlenelim diye var öyle değil mi? Elbette ki bir kesim bu tahribatı bilinçli olarak yapıyor. Ramazanı; oruç tuttuğumuz, hem bedenimizi hem ruhumuzu arındırdığımız, açları doyurup, düşkünlere yardım ettiğimiz, zekatımızı, fitremizi verdiğimiz ve tüm bunları Allah rızası için yaptığımız bir aydan çok bir şekilde aç durulan, ama durulmasa da o kadar mühim olmayan, cemiyet hayatının önde gelen kadınlarının dostlar alışverişte görsün misali yaptığı bir sosyal sorumluluk projesi basitliğine indirmeye çalışıyorlar.
Bayram ise zaten sadece tatil! Zaten Ramazan Bayramı da değil ki, şeker bayramı! İnsan bu bilinçli tahribata her ne kadar üzülüyorsa da, hangi tip insanların ne amaçla yaptığını anlayabiliyor. Fakat kendisini dindar, muhafazakar şeklinde tanımlayan kişi ve kurumların yaptığı ve ramazanın ruhuyla taban tabana zıt davranışları anlayamıyor. Bilmem kim hanımlarının iftar programı, bilmem kaç yıldızlı otelde, katılım kişi başı şu kadar tl! Sonrasında birer Hollywood yıldızı gibi arzı endam yapan, iftara değil de düğün merasimine gelmiş görüntüsü veren üstün vasıflı hanımefendileri görüyoruz. Elbette dileyen dilediği kadar lüks hayat yaşayabilir. Müslüman çok yıldızlı otele gidemez, pahalı yemekler yiyemez
şeklinde bir iddiada da bulunmuyorum.
Zekatını ödediği malını, parasını dilediği şekilde tasarruf edebilir. Ama bir usule uygun olan vardır bir de daha makbul olan. Son yıllarda bu gösteriş ve abartı o kadar arttı ki; iftar programları ve Ramazan'ın ruhundan giderek uzaklaşıldı. Kimsenin de ramazanın bu tip gösterilerle
anılmasında katkı sağlamaya hakkı olmadığını düşünüyorum. Helal olan, ihtiyaç sahiplerinin hakkı verilmiş bir parayla dokuz yıldızlı otelde altın tozu serpilmiş çorbalarınızı içip, ele güne de havanızı attığınız, mühim kişilerle tanışma ve sosyal medyaya fotoğraf koyma fırsatı olarak gördüğünüz iftar davetlerinin kadrolu elemanı olabilirsiniz. Bu usule uygundur. Ama makbul olan, Ramazan'ın zarafetine uygun olan, daha mütevazı sofralarda, iftarları mühim kişilerle tanışma fırsatı görmekten çok ihtiyaç sahibi insanlarla geçirmeye çalışmaktır.
Ramazan deyince gözümüzün önüne, ihtişamlı sofra ve davetler değil; ihtiyaç sahipleri için koşuşturan insanlar gelmeli. Lüks otellerde verilen pahalı yemekler için ayrılan bütçe ile daha mütevazı sofralarda daha çok insana ulaşılabilir. Karşınızdakinin yüzünü bile göremediğiniz, dev şamdanlı çiçekli, herkesin kasıldığı, birbirini incelediği, muhtemelen iftarını açar açmaz yanındakinin kılık kıyafetini eleştireceği, ihtişamlı ama
samimiyetsiz sofralar yerine; hurmalı, tarhanalı, kuru fasulyeli, hoşaflı iftar çadırları bana çok daha cazip geliyor.
Geçtiğimiz yıl Bayrampaşalı iş adamları; her sene geleneksel olarak düzenledikleri kurum içi iftar yemeğine ayırdıkları bütçe ile Ramazan kolisi yapıp şehit ailelerine ve ihtiyaç sahiplerine dağıtmış- lar. "Bu yıl şehit haberlerinden sonra iftar daveti yapmamaya karar verdiklerini, bunun yerine kumanya dağıtmayı uygun gördüklerini" söylemişler. Tam da 15 Temmuz kanlı darbe girişiminin ilk sene-i devriyesinin öncesinde idrak edeceğimiz ramazan ayında bu kardeşlerimizin hassasiyetini ülkece kuşansak nasıl güzel olurdu.
Her türlü gösteriş, abartı ve israftan bu Ramazan'da arınmaya başlasak, bu enerjimizi muhtaç ve düşkün insanlar için harcasak ve bunu, itikadi ve taaddubi bütün kodların yazılı olduğu adeta dinimizin DNA'sı olan Ramazan ayından başlayarak hücrelerimizin vücudumuzu oluşturması gibi diğer aylara ve nihayetinde tüm hayatımıza yaysak ne güzel olurdu. Her şeyin içini boşalttık, Ramazan'ın içini tevazu, arınma, paylaşma, yardımlaşma gibi bütün dini ve insani değerlerle doldursak ne güzel olurdu değil mi? Sonra hep beraber "Vay be! Ne Ramazan'dı!" deriz.