Ölümcül Makinalar

Ayşe Karaköse

Ölümcül Makineler’in, bütün görkemine ve ihtişamına rağmen eksikleri gedikleri vardı. Belki bu tür bir film için zaman yeterli gelmedi, vesaire... Fakat ben her zamanki gibi bunlardan daha fazla filmin alt metinleri ve özünde ne söylediği ile ilgileniyorum, o yüzden yine bu pencereden bakalım birlikte.

Philip Reeve’in aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan “Ölümcül Makineler” (Mortal Engines) filmi vizyonda. Filmin
yönetmenliğini Christian Rivers, yapımcılığını Peter Jackson yapıyor. Hugo Weaving (Thaddeus Valentine), Hera Hilmar (Hester Shaw), Robert Sheehan (Tom Natswhorty) ve Güney Korel, şarkıcı Jihae’nin oynadığı karakter de (Anna Fang) rolünde. Filmin konusu kısaca şöyle, günümüzden yaklaşık beş yüz veya bin yıl kadar sonra, kıyamet sonrasında, distopik bir dünyadayız. İnsanlık tarihi, “60 dakika savaşları” adı verilen bir savaşla birlikte, büyük yıkımla karşı karşıya kalmış ve bugün yaşadığımız dünyadan eser kalmamıştır. Bugün son teknoloji olarak bildiğimiz herşey o gün antika değerindedir ve ayrıca yeni teknolojiler üretmek için faydalanılan malzemelerdir. Basit ve hurda bir ekmek kızartıcı bile tarih öncesi eserler gibi kıymet bulmaktadır. Ülkeler artık yoktur ve sadece şehirler vardır. Yürüyen, dev, büyük şehirler... Bu dev şehirler kendi halinde hayat mücadelesi veren yürüyen başka küçük şehirleri yutarak ve onları “mülteciler” olarak, bünyesine katarak varlığını sürdürmektedir. Bu büyük şehirlerin en büyüğü Londra’dır ve Britanya’dan çıkıp Avrupa şehirlerini yutmak için Avrupa’ya gelmiştir. Annesi Pandora’yı öldüren ve bir nevi kötülüklerin kapısını aralayan Thaddeus’tan intikam almak için yanıp tutuşan Hester, Londra’nın menziline girdiğini anlayınca yutulacak olan küçük şehre girip, onlarla beraber Londra şehrine biniyor. Londra’da tarihçi ve ayrıca pilot olmak isterken, ailesini kaybettiği için hayallerinden vazgeçmek zorunda kalan Tom ile yolları ve hedefleri kesişiyor, hikayede böylece başlamış oluyor. Ölümcül Makineler’in, bütün görkemine ve ihtişamına rağmen eksikleri gedikleri vardı. Belki bu tür bir film için zaman yeterli gelmedi, vesaire... Fakat ben her zamanki gibi bunlardan daha fazla filmin alt metinleri ve özünde ne söylediği ile ilgileniyorum, o yüzden yine bu pencereden bakalım birlikte. Bir kere son dönemde farkettiğim ve bu sayfada da bazı filmlerle ilgili dikkat çektiğim gibi bu filmde de Amerika, İngiltere’yi fena gömmüş. Bence gizliden gizliye artık saklayamadıkları bir soğuk savaş içindeler. Filmin içinde bunun
nasıl verildiğine bakalım. Birincisi, Londra küçük şehirleri yutan canavar bir şehir olarak resmediliyor. Şehrin sembolü olan, iki yanındaki Aslan heykelleri de ceylanın peşinde koşan vahşi hayvan hissi veriyor. İkincisi, dev bir gemi gibi görünen, yürürşehrin içindeki İngiliz vatandaşları, (geminin güvertesinden köpek balığı avı izler gibi) yutulmak üzere
olan şehrin, çaresizce kaçmaya çalışmasını, vahşi sevinç çığlıkları eşliğinde izliyor.

Bundan memnun olmayan az sayıda ingiliz de var, bunlar “Avrupa’ya hiç gelmemeliydik” diyenler. Herhalde bunlar Brexit yanlıları . Üçüncüsü, Thaddeus Valentine, büyük bir kadetral içinde bir quantum silahı inşa ettiriyor. Bununla anti-yürür adı verilen aktivistlerin yaşadığı, Çin’deki yerleşik bir şehre saldıracak, onların zenginliklerini yağmalayacaktır. Bu silah, Çinlilerin ve diğer milletlerin, kendilerini korumak için ördükleri, aşılmaz duvarı yıkacaktır. Shan- Gou, kalkan-duvar adı verilen bu duvarın eteklerinde, daha önce gelip başarısız olan yığınla ordunun enkazı vardır. Neden Londra ve neden Çin? Çünkü tarihte “afyon savaşları” denilen savaşta, İngiltere Çin’i, daha önce tarihte
görülmemiş olan buharlı gemiler ve tüfeklerle yenmiş ve sömürgesi yapmıştı. Burada da ilk defa icat edilen Medusa isimli bir silah ile vuruyor fakat başarılı olamıyor. Onu başarısız kılan ise Amerikan yapımı bir şifre kırma programı. Bu
programın yüklü olduğu usb’nin üzerinde U.S.A. yazıyor, takıldığında bütünleştiği malzeme ile yıktığı makinenin ismi örtüşüyor. Yani yine dolaylı da olsa dünyayı Amerika kurtaryor. Sonrasında ise vicdanlı(!) Çinliler, az önce üzerlerine vahşice gelen ve yenilen İngilizleri, mülteci olarak alıyor. Bu savaşı verirken Amerika’yı temsil eden Hester, kirli-kırmızı bandanası ve mavi gözleriyle, eski gücü kalmasa da Amerikan ruhunu temsil ediyordu. Hatta “Amerikan atalar” başlığı altındaki göndermelerde de sanki dünya mirasının tamamını Amerikalılar bırakmış gibi bir algı oluşturulmuştu. Göz şeklindeki kolye ve temsil ettiklerine ise bu yazıda hiç girmeyeceğim, artık hepimiz biliyoruz bunu zaten ve göstere göstere yapılıyor.

Fakat tek alt metin bunlardan ibaret değildi tabi, üstüste binmiş bir çok metin vardı. Bunlardan biri de mitolojik metin. Tom karakteri hayallerine ulaşamamış bir İkarus’tu, hem tarihçi olmak istemesi hem de İkarus modellemesine imkan tanıyan uçma hayali, bunu pekiştiriyordu. Zaten Pandora ve Medusa gibi isimler, mitolojiden ne kadar beslenildiğini gayet iyi gösteriyor. İstisnası olmayan bir konu daha var ki batı kökenli hemen her filmde, bir eşcinsel karakter var ve
bu karakter çok kilit rollerde yer alıyor. Ayrıca hemen herkesten daha erdemli ve düzgün kişilikli resmediliyor. Güney Kore kökenli şarkıcı Jihae’nin oynadığı, Anna Fang karakteri de bu filmin eşcinsel karakteri. Eğer sesi kadın sesi olmasa ve filmin içinde bayan Fang diye seslenilmese, asla kadın olduğunu anlamayacağımız, tamamen erkek
gibi görünen ve erkek gibi davranan bir kadın. Filmin kilit noktalarında fark yaratan ve kendini insanlığın kurtuşuşuna adamış biri.

Özendirme ve yüceltme had safhada... Yine din savaşları teması hakim filmde gizil olarak. Medusa silahı, dev bir katedralin içinde inşa ediliyor demiştik. Bu silah, doğuya düzenlenen seferde Çin’e karşı kullanılacak ama o duvarın
arkasında, Çinliler kadar kalabalık olmasa da Hintlisi, Müslümanı, Afrikalısı, her milletten insan var. Göçer olanın yerleşik olana açtığı savaş gibi görünse de Batı’nın, Doğu’ya açtığı savaş, Hristiyanlığın başka inançlara yönelttiği bir Haçlı seferi. Ayrıca filmin başında, dünyayı yıkıma götüren savaşta atılan ilk bombanın görüntülerini izletiyorlar ve bu yer, İstanbul Boğazı’na çok benziyor. Hiçbir sinema filminde, hiçbir şey tesadüf olmadığına ve bu mesele de eninde sonunda haçlı seferine bağlandığına göre “başlangıç noktası neden İstanbul olmasın?” diye düşünmüş olmalılar.

Yani demek istiyorum ki su uyuyor düşman uyumuyor. Batı, görünürde gençlerimize bir aksiyon veya fantastik film sunuyor ama görünenin altında istediği her düşünceyi ve fikri de enjekte ediyor. Lütfen detaylara dikkat ederek
izleyelim bütün sinema filmlerini. Çünkü gözden çıkaramayacağımız bir çok değerimizi, zamanla farkında bile olmadan gözardı edebiliyoruz. Kalp gözü açık seyirler dilerim...