Ayazıyla meşhur Ankara’da soğuk bir şubat günü, yeni güne merhaba… Güneş göz kırpıyor ama kandıramıyor beni, belki de soğuk havaya nispet yeryüzünü ısıtmak için mücadele veriyor içinde. Emektar arabamla bir plan yapıyorum. Var mısın şöyle seninle nostalji yapalım? Ne zamandır, çocukluğumun geçtiği, ama şimdilerde çok değişmiş olan mahallemizi görmek istiyorum.
PAMUKLAR MAHALLESİ
Adıyla hiç de müsemma olmayan, dik olduğu kadar, bir tarafı uçurum, bir o kadar da tehlikeli yollardan çıkmak lazım Pamuklar Mahallesi’ ne. Hani zamanında taş ocağı olarak kullanılan, adı o yüzden belki de uçurum diye kalan, kışın karlı buzlu havalarda titreyen bacaklarla düşerim diye korkarak çıktığım, bazen aşağıya kadar yuvarlanıp düştüğüm, sonra kalkıp, üstümü başımı düzeltip, etrafa kimse gördü mü acaba diye utanarak baktığım, bir gayretle çaresizce tırmandığım dik yokuştan içim ürpererek çıkıyorum. Üşüyorum… Çocukluğuma iniyorum. Yıllarca bu yolların zorluklarına nasıl da katlanmışım, o gücü nereden aldım acaba, mecburiyet mi, çaresizlik mi? O zamanlar, dizlerim bu kadar ağrımıyordu ama diyerek hafifçe gülümsüyorum.
SIRRIMA ORTAK
Mahallenin orta yerinde, meyve ağaçlarıyla dolu bahçenin olduğu, iki arabanın yan yana geçemediği, otobüs çıkmayan evimizin olduğu yere ulaşıyorum. Evet, tam da burasıydı. Eskilerden bir şey kalmamış, üzülüyorum… Atakule, Anıtkabir, Protokol Yolu gibi Kuzey Ankara’nın manzarasına hâkim bu tepeden sesleniyorum. Ben geldim, hatırladınız mı? Yollarında ömrü törpülenen kızcağızı. Karşılık vereceklerini zannederek etrafıma bakınıyorum. “Sen de bizim kadar değişmişsin.” Dediklerini duyar gibiyim. Gençliğimde adına balkon dediğim, evimizin önünde babamın kendi elleriyle yapıp harcına terini kattığı düzlükte, el ayak çekildiği zaman, üstü açık bol yıldızlı ışık şöleni yapan Ankara’ya karşı oturur, ellerimi çenemin altına koyar hayallere dalardım. Buradan bakınca Ankara ayaklarımın altındaymış gibi hissederdim. Hayallerimi gökyüzündeki yıldızların dışında kimse bilmesin diyerek sırrıma ortak ederdim.
ÖĞRETMEN OLMAK
Kız çocuklarının çoğunun okula gönderilmediği yıllarda, belki de başarılı olduğum için liseye gidebilmiş şanslı kızlardan biriydim. Ne olmak istiyorsun diye soranlara ‘Öğretmen!’ diyordum. Etrafımda ‘Öğretmenim öğretmenim!’ diyen cıvıl cıvıl çocuklar dolaşacak, “Arkadaşım silgimi vermiyor.” Diye şikâyet edecekti birisi. Ağlayarak gelen öğrencime neden ağladığını soracak, derdine derman olacaktım. Eldivenini kaybettiği için üşüyen yavrucağın ellerini nefesimle ısıtacak, bir çift eldiven verip yüreğindeki sevinç tohumunu sulayacak, yüzündeki mutluluk ışığıyla gönlümü huzura kavuşturacaktım. Kulağını bana vermiş, heyecanla hayallerime ortak olan yıldızlardan birine göz kırpıp, çocukluğumda oynayamadığım top oyunlarını oynayacak, mendillerini kapıp kaçacak, yakan top oynayıp canlarını yakmayacaktım.
ENGELLER KOYDUN
Öğretmenliğin bana kattığı değer, masumiyet ve tecrübelerle ilerleyecek, lise hatta üniversitede hoca olacak, özgür ama sorumluluk sahibi, imanlı aynı zamanda bilgili, kendi, ahlakı ve gönlü güzel, gelecek adına ümit var olduğum gençler yetiştirecektim. Her biri bir bilmece olan insanın şifresini çözecek, bulmacada boş kare bırakmayacaktım. Hayallerimi hatırlayıp derin bir iç çekiyorum. Kollarımı açıyorum. Hey gidinin Ankara’sı! İzin vermedin. Yollarıma taştan engeller koydun. “Farklı düşünüyorsun, aramızda sana yer yok.” dedin. Gönlüme sığdırdığım koca şehir, beni şu dağın başında bile barındırmadın. Masum yüreğimle kurduğum hayalleri bana çok gördün. Nefesimi kestin. Başarma azmiyle dolu kor olup yanan yüreğime kar yağdırdın. Baharda çiçeğe duran, umut filizlerime kırağı düşürdün. Şubat soğuklarını iliklerime kadar hissettiren Ankara. Duy sesimi! Ben buradayım, yıllar sonra çıktım bak! Karşındayım! Kollarımı sonuna kadar açtım sana. Bu sefer kucaklayacak mısın beni… Bağrında yer açacak mısın? Ayazında titreyen yüreğimi ısıtacak mısın?