Konut Alanlarında Sosyal ve Mekânsal Ayrışma 

Gülay Kurt

Sosyal ve mekânsal ayrışma, çoğu zaman birlikte açıklanan kavramlardır. “Sosyal ayrışma, gruplar arasında artan sosyal ve kültürel farklılıklara yol açan, etnik ya da sosyal olarak farklı grupların mekânsal ayrımlaşmasıdır”. Toplumsal ve mekânsal ayrışmayı üreten dinamikler, çoğunlukla kent yoksulları ve dezavantajlı alt sınıflar açısından ele alınmaktadır. Oysa üst sınıfların sahip oldukları araçlar ve olanakların çeşitliliği, mekânı tasarım ve donatım yoluyla dışlayıcı hale getirmek üzere biçimlendirmelerini kolaylaştırmaktadır.
Maalesef sosyal ve mekânsal ayrışmanın, refah devletinin çözülmesi sürecine bağlı olarak doğrudan ve dolaylı gelirlerdeki uçurumun artması ile keskinleştiği görülmektedir.


Geçtiğimiz on beş yıl boyunca, refah koşullarını sağlamış olan birçok ulus devlet yavaş yavaş daha neo-liberal bir yöne dönmüşledir. Birçok inisiyatifin, daha çok piyasa tarafından yönlendirilmesi ve hükümet denetiminin kaldırılması yönüne itildiği bir genel atmosfer yaratılmıştır. Vergide indirim, evrensel refah anlayışının olmaması, yeniden dağıtımın azaltılması, hükümet denetiminin en aza indirilmesi, devlet desteğinin kesilmesi ve daha esnek işgücü piyasası oluşmuştur. Bu durumun bireysel istihdam fırsatları açısından artışla sonuçlanacağı, ancak aynı zamanda sosyal kutuplaşma ve kentsel alanlarda ki sosyo- mekânsal ayrışmayı da artıracağı, çoğunlukla kabul edilen bir görüştür.


Sosyal ayrışma, gelire ve dolayısıyla sınıfsal konuma göre ortaya çıkabildiği gibi, farklı etnik ve dini gruplar arasında da ortaya çıkabilmektedir. Bu durum, toplum içinde yerleşen ayrımcılığın bir sonucudur. Bu bize iki farklı ayrışma türünü vermektedir: ilki gelir ve statüye göre, ikincisi etnisite yani ırki ya da dini kimliğe göre. 
Gelir ve statüye yani sınıfsal konuma bağlı ayrışma, eğitim ve istihdamla ilgilidir ve yaşam tarzı sebebiyle ortaya çıkmaktadır. Etnik ya da dini kökene göre ortaya çıkan ayrışma ise ayrımcılığın bir sonucudur. Bu türlü ayrışmada, toplumu oluşturan çoğunluk, asimilasyon yolu ile azınlık durumundakileri dışlar.
Azınlık grupları, asimile olmamak adına, toplumun geneli tarafından dışlandıkları için gettolar oluşturarak ya da gelenek ve kültürlerini korumak, dayanışma ağları kurmak için adacıklar oluşturarak toplumun geri kalanından ayrışabilmektedirler. Özellikle göçle gelen ve tutunma savaşımı içinde olan kişiler, benzerleri ile birlikte hareket etmenin avantajlarından faydalanma çabası ile harekete etmektedirler. Etnik ya da azınlık gruplara toplumun geneli tarafından uygulanan dışlama, kitlesel düzeye ulaştığında, kentler ve ülkeler düzeyini aşarak dünya tarihinde önemli izler bırakmıştır.


Dezavantajlı grupların, kendilerini korumak üzere cemaat bağları ya da etnik bağlar ile bir araya gelerek bir savunma hattı oluşturmak zorunda kalmışlardır. Bu durum, hayatta kalma savaşında verilen zorunlu bir tepki olarak görülmelidir. Dolayısıyla, bu ayrışmanın olumlu yanı olarak değil, sonuçlarından biri olarak ele alınmalıdır. Cemaat bağlarının, tutunma ve hayatta kalma savaşımı verilen, ekonomik ve toplumsal dayanışmanın gerektiği durumlarda güçlendiği, ekonomik koşulların ve sınıfsal kompozisyonların değiştiği durumlarda zayıfladığı bilinmektedir. 
Göçmenlerin politik haklardan yoksun oluşu, yeniden dağıtım sürecinde neyin ve neye göre yer alacağı konusundaki kararlara katılamamaları anlamına gelmektedir. Dahası, oy hakları olmadan, neyin yeniden dağıtılacağı konusundaki kararlarda politikacılar tarafından görmezden gelinebilmektedirler (örneğin sosyal yardım, sosyal konut, ortak altyapı, yerel yönetimlerce dağıtılan yardım başvuru formları)


Türkiye’de Sosyal Ayrışma 


Türkiye açısından sosyal ayrışma konusu ele alındığında, yine eğitim düzeyi ve ekonomik kazanca bağlı olarak ortaya çıkan benzer sonuçları izlemek mümkündür. Ancak Türkiye’nin kendine has dinamikleri de bulunmaktadır. Türkiye, 24 Ocak 1980 ekonomik kararları ile serbest piyasa ekonomisine geçişle birlikte bir yeniden yapılanma içine girmiştir. Bu dönem, ekonomik önlemler ve politikaların belirleyici olduğu bir dönemdi ve bu politikalar tabii ki sosyal, kültürel ve sınıfsal dönüşümleri de beraberinde getirdi.


1980 sonrası ekonomik alanda yaşanan yeniden yapılanma ile gelir dağılımı ve istihdam olanaklarındaki değişimin sonucunda ortaya çıkan sosyal ayrışma, bir yandan tarihimizdeki Batılılaşma eksenindeki hareketlerin bu kez farklı dinamikler ile devamlılığı üzerinden tariflenirken, diğer yandan üst sınıf kimliğinin yeniden oluşumu ile açıklanmaktadır. Bunlar birlerini destekleyen görüşlerdir, çünkü bahsedilen dönemden itibaren Türkiye’de üst sınıflar kendi kimliklerini Batılı yaşam biçimi göstergelerine sahip olma yoluyla tariflenmek çabası içine girmişlerdir. 
1980’li yıllar, Türkiye'de kentleşme süreçlerine damgasını vuran, farklılaşma ya da çeşitlenme ile ortaya çıkan ayrışma eğilimleri olan yıllardır. Bir uçta, kentin çeperinde eskisinden çok farklı yöntemlerle ve ilişkilerle var kalmaya çalışan ve bu uğurda daha önceden yapmayı tasavvur bile edemeyeceği çok şeyi yapmaya hazır kent yoksulları; arada bir yerde kooperatifler yoluyla kentteki paylaşım kavgasına katılan ve kent çeperindeki geniş arazilere göz diken orta sınıflar; ve diğer uçta, kentin en prestijli alanlarında ‘kapattığı’ arazilerde özel güvenlik sistemleri ile korunan yüksek duvarların ardında yaşayan ve artık değil terk ettiği kente, topluma bile dönüp bakmayan üst sınıflar oluşmuştur.


Buraya kadar kısa bir giriş yaptığım sosyal ve mekânsal ayrışma konusuna başka bir yazıda devam etmek üzere hoşçakalın…