Çoğumuzun bildiği Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde barınma ihtiyacı fiziksel ihtiyaçlar olan yeme ve içme gibi ihtiyaçlardan sonra ikinci sırada yer almaktadır. İnsanı doğada diğer canlılardan ayıran, düşünme kapasitesini fiziksel ortama uygulanabilirliğini gösteren somut bir eylem olan “barınma” ihtiyacı, aslında ilk başlarda sadece güvenli bir ortam yaratmak ve doğanın kar-yağmur, fırtına vb. gibi fiziksel şartlarından korunmak için barınak yapmaya başlamıştır. İnsanlar yaşamın getirdiği gündelik ihtiyaçlarının karşılandığı sağlıklı ve güvenli alanlar oluşturmak için sürekli bir devinim ve araştırma halinde olmuşlardır. Fakat insanlık tarihi araştırıldığında bu mekân oluşturma amaçlarının dışına çıkıldığını ve barınma amacının çok farklı bir yöne doğru gittiğini ve hali hazırda gitmekte olduğunu hayretle görürüz.
Önceleri sadece barınma ihtiyacını karşılamak için oluşturulan mekânlar ne ara bu amacın dışına çıktı, sadece bir yaşam alanı olması gereken evlerimiz hangi sıçramayı yaşayarak bir konfor müzesi oldu, gerekli/ gereksiz eşyaların ve süslerin işgal ettiği, günümüz moda tabiri ile” “dekorasyon amaçlı” objelerin fazlası ile sergilendiği alanlar halini aldı! Öyle ki bir ekol halini alıp sanat tarihinde de yerini bulan ve yıllar içinde sınıf farklarının oluşmasına zemin hazırlayıp o zeminin üstüne kaçak katlar atıp statü göstergelerinden biri haline nasıl geldi? Yıllar geçtikçe ve kapitalist sistemin etkisiyle barınma, artık yaşam alanı anlamını yitirmiş durumdadır diyebilir miyiz? Tüm bu soruların cevabını aslında tek bir cümlede özetlersek; Mekân; bir para biriktirme aracı olarak rant kaynağı, içindeki eşyalar ile kendini gösterme biçimine dönüşmüş durumdadır dersek abartmış olmayız.
İnsan ve mekân ilişkisine baktığımızda ilk önce tüm üstün özellikleri ve uyum kabiliyeti ile insanın var olduğunu daha sonra ise mekânın oluştuğunu görürüz. Mekânı oluşturmak için ilk önce insanı çok iyi tanımak ve anlamak gerekir. Eğer insan doğası yeterince tanınmış ve analiz edilseydi bu kadar şatafatlı, doğadan kopuk ve çevreyi kirleten, sürdürülebilirliği olmayan, gereksiz ve zihinde hiçbir karşılığı olmayan huzursuz mekânlar tasarlamazdık kanımca.
Hâlbuki mekân insan için, insana hizmet etmek için vardır, fakat günümüz insanı maalesef adeta mekâna hizmet etmek için birbiri ile yarışmaktadır. Bu amaç için tüm hayatını, gene moda tabirle “konfor alanını” oluşturmak için ömrünü harcar, yıllarca didinip durur. O konfor alanı ise ilk başta güvenli gibi görünse de daha sonra içinden çıkılmaz, bireyselliğin kıskacında kalmış, dış dünyadan ve diğer insanlardan kopuk vaziyette yaşanan bir yarı açık cezaevleri haline gelir ama bunun farkına çok geç varılır.
Yapılan araştırmalar sonucunda insan beyninin daha çok görsel uyaranlara ve algılara açık olduğu görülmüştür. Yani insan önce görür algılar daha sonra duyumsar. Bu sebeple görsel algının neredeyse tamamını oluşturan mekânlar, insan için çok önemlidir. Sosyal bir varlık olan insan hem mekân hem de çevresi ile iç içe geçtiği için adalet, yardımlaşma, aile kurma, sevgi ve kendini gerçekleştirme vb. gibi tüm etkileşimlerini bu söz konusu sosyal ortam ve yapılar ile aracığı ile sağlayacaktır. Ancak günümüzün çok katlı, beton kalıpları içinde topraktan ve insandan uzak bir biçimde kendi konfor alanı içinde yaşayan modern insan bu sosyalleşmeyi ancak sanal olarak yaşamaktadır. Bu sanal ortam, insanın kendine ve başkalarına yabancılaşmasına, doğasından kopmasına, toplumsal olaylara karşı duyarsızlaşmasına, kısacası hem ruhsal hem de biyolojik olarak sağlıksız bir insana dönüşmesine yol açmaktadır.
İşten eve, evden işe ayağını hiçbir şekilde toprağa basmayan, evdeki bütün işlerini otomatiğe bağlayan, perdesini bile uzaktan kumanda ile çeken robot insanlar, bu hayata “konforlu hayat” diyerek havalı bir kılıf da bulmuşlardır. Kapalı sitelerde güvenli, maximum konforlu, dekorasyonun en son modası, sunumun en havalı haliyle mutluluk oyunu oynadığımızı zannederek hayatı kaçırıldığı bu pandemi döneminde daha da anlaşılır olmuştur.
İçinde bulunduğu çevreyi hem güzelleştirip hem de kötüleştiren yegâne varlık insandır. İnsanın, kendini ve çevresini güzelleştirmek ve bu çevreyi sağlıklı bir şekilde gelecek nesillere aktarma sorumluğunu üzerinde taşıdığını düşünürsek olayın boyutunu daha iyi anlamış oluruz. Yaşadığımız mekânları daha sağlıklı, daha sade, salt amacına uygun yaşanılır kılmakla yükümlü olduğumuzu devamlı kendimize hatırlatmamız gerekmektedir. Bu aynı zamanda bir toplumsal sorumluluğumuz ve bunu görmezden gelemeyiz. Gelirsek diğer tüm sorunları da görmezden gelmiş oluruz.
Turgut Cansever mimarinin dünyayı güzelleştirme amacını taşıdığını üzerine basa basa söyler hep. Bu yüzden bir mekanı tasarlarken o mekanın işlevselliği, aile fertlerinin yaşantısına uygunluğu, ekolojik ve ekonomik olması gibi unsurlara öncelik verilmesi gerekirken; mekânda sadece konfor aramak, insana ait başka sorunların doğmasına sebep olmaktadır. Modern dünyanın konfor arayışları insanı, rahatına çok daha fazla düşkün olması yönünde itekleyerek ki buna reklam kampanyalarının konut ilanlarında da sıklıkla rastlarız, daha fazla üretim ve tüketim için bütün şartları seferber etmektedir. Hâlbuki ki konforun sürdürülebilir olmadığını; mimaride, tarımda ve ekolojik dengenin bozulmasından anlıyoruz. Kendi konforumuzu sağlarken diğer tüm canlıların konforunu bozmayı kendine hak gören bencil yıkıcı konut projeleri, termik santraller, barajlar, doğaya uygun bir biçime dönüşmek zorundadır. Bu bağlamda Konforun yeniden tanımlanmasına ihtiyaç vardır.
İyi bir şey zannettiğimiz Konfor aslında “yaşantımızda ve eylemlerimizde zamana bağlı olarak oluşan fiziksel ve duygusal yönde negatif etkilenmenin adıdır”. Dünün konforu bugünün zahmeti bugünün konforu dünün istenmeyeni olabilir. Konforu bu uzun soluklu zaman çerçevesinde analiz etmediğimizde, yaşadığımız kapalı şehir hayatındaki tüm alışkanlıklarımız; bireyselleşmeye, ruh ve bedensel hastalıklarının doğmasına sebep olduğunu doktorlar sürekli söylüyorlar. Bu sebeple insan için, insana özgü tasarım yapmak sadece temel ihtiyaçlara bağlanamaz. Çünkü her insan bir diğerinden farklıdır ve kişisel ihtiyaçları da bu doğrultuda değişkendir. İnsanı ele alırken onun sosyal yönünü de en az fiziksel ihtiyaçlar kadar önemsemek gerekir. İnsanın tüm çevreyle ilişkileri dengede çözüldüğünde, adaletli, özgür ve yaşanabilir bir dünya oluşturmuş olacağız
Bu konuya bir sonraki yazımda daha detaylı değinmek ve düşünmek üzere…