MÜSLÜM filmi daha vizyona girmeden, fazlasıyla merak uyandırdı ve izleyiciyi beklentiye soktu. Hem sinema izleyicisini hem de Müslüm GÜRSES dinleyicilerini… Biraz da o yüzden çıtayı çok yüksek bir yere koyarak izlemeye başladık. Ayla filminin yapımcısı Mustafa Uslu bu defa Arabeskin Babası Müslüm Gürses’in hikâyesine büyüteç tutmuştu. Filmin iki yönetmeni vardı, Ketche ve Can Ulkay. Müslüm Gürses’in hayatı hakkında, az-çok bir şeyler biliyorduk ama bu buzdağının görünen kısmıymış onu anladık izleyince. Yani eğer söylendiği gibi kurmacada kantarın topuzu kaçmadıysa, ilave dramlar icat edilmediyse, şu haliyle bir insanın kaldırabileceğinden çok daha fazla acı içeriyor hayatı. Öyle ki bir Yeşilçam filminde izlesek, “Abartmışlar, bir insanın başına bu kadar da felaket gelmez” deriz muhtemelen. Dolayısıyla konu ve karakterler çok sağlam fakat filmde tutmayan bişeyler var. Ben bunu film olarak değil “uzun bir arabesk klip” olarak tanımlıyorum. O yüzden de zaman zaman hikâyede kopukluklar vardı ve belki de süre yeterli değildi, daha uzun bir film olmalıydı ya da iki filme bölünmeliydi diye düşündüm.
Hikâyeyi çoğumuz biliyor ama yine de biraz değinelim. Müslüm Gürses hayatına Şanlıurfa’da Müslüm Akbaş olarak başlıyor. Baskıcı ve zorba bir babanın elinde büyüyor, öyle ki babası, ölen kardeşinin cenazesine bile gitmiyor. Müslüm’ün müziğe olan ilgisini, para kazanmasına engel olarak gördüğü için dayak zulüm had safhada… Nihayetinde babasının, Annesini ve kız kardeşini öldürmesi ve hapse girmesinin ardından Erkek kardeşi Ahmet ile baş başa kalıyor. Sonra müzikten kazandığı parayla okutmaya çalıştığı erkek kardeşinin de ölümüne yine babasının sebep olması, çocukluğunu ve gençliğini mahvediyor. Ardından soyadını değiştirip, yavaş yavaş mesleğinde yükselirken; kaza yapıp öldü diye morga kaldırılıyor ve yaşadığının anlaşılmasıyla acilen alındığı ağır bir ameliyatla kurtuluyor. Fakat başında bir plaka ve bir kulağının duyma yetisini kaybetmiş halde hayata tutunması gerekmektedir artık. Tek başına bu durumu yenmeye ve kendi kendini sağaltmaya çalışıyor, başarıyor da… Yeniden şarkı söyleyebilir hale gelmesi, yükselişi ve Muhterem Nur’un hayatına girmesi ayrı bir dönüm noktası oluyor. Hayatı boyunca kendisine yoldaş olan Yunus Emre divanını ona hediye eden hocası Limoncu Ali ve ona çocukken öğrettikleri sayesinde belki de hayatta kalmayı ve hep iyi niyetli olmayı başarıyor. Beni filmin hatalarından veya eksiklerinden çok daha fazla bu kısmı ilgilendirdi ve hayattayken kıymetinin çok geç anlaşılmış olması üzdü…
Şahin Kendirci (Müslüm Gürses’in çocukluğu) muhteşem oyunculuk sergiliyor, hatta onun oynadığı gençlik dönemi daha uzun sürse dedim içimden. Timuçin Esen de rolünün hakkını vermişti ufak tefek abartılar dışında ama Şahin Kendirci genç yaşına ve tecrübesizliğine rağmen usta işi bir oyunculuk sergilemiş. Şarkılardaki performansı da güzeldi. Müslüm’ün gençliğinde dimdik ve sağlıklı bir genç görüyoruz. Sonra Müslüm birden şöhretli hali ve karakteristik duruşuyla çıkıyor karşımıza. O ikisi arasındaki değişime dair hiçbir şey yok filmde. O eksiği adamakıllı hissediyoruz. Bu tür eksiklere rağmen, filmin çok güzel detayları da vardı. Mesela ailece Adana’ya yerleşmelerinden sonra halk evinden gelen müziğe kapılıp, babasından kaçarken oraya girmesi ve Limoncu Ali (Erkan Can) ile Tanışması. Onun davetiyle geldiği bir başka gün, her odadan gelen farklı müzikleri zihninde aranje etmesi ve hissetmesi onun yüreğiyle müzik yaptığını çok güzel ifade ediyordu. Sonra bir gün hocası olacak olan Limoncu Ali ona “Diliyle söyleyeni kulak dinler, kalbiyle söyleyeni kâinat dinler” diyordu. Bence filmin cümlesi de buydu. Müslüm Gürses kalbiyle hatta ruhuyla söyleyen bir sanatçı olduğu için insanlar onu dinlerken aynı acıyı ve aynı duyguyu hissedebildi.
Annesini öldüren babası, aftan yararlanıp hapisten çıkınca onu sokakta bırakmayıp eve kabul ediyor. Küçük kardeşi Ahmet haklı olarak fazlasıyla kızıyor ve tepki gösteriyor. Müslüm’ün ona cevabı, “biz de onun gibi mi olalım?” kardeşinin cevapsız kalan son sorusu, “evliya mısın sen?” İşte benim de en çok merak ettiğim kısım bu, acaba hangimiz öyle bir babanın yüzüne bakardı? Belki kütüphaneler dolusu kitap okuyanlarda ondaki merhamet ve feraset yoktu ama o döne döne okuduğu bir tane Yunus Emre Divanından, kendine hayat felsefesi çıkarmıştı. Kötülüğe hep iyilikle karşılık vermişti. Meşhur Gülhane konserinde kendisini bıçaklayıp sonra da pişmanlıktan ağlayan gence sitemi bile naz makamındaydı. Keza şöhretini İstanbul'a ve oradan da bütün Türkiye’ye taşımasına vesile olan hayranı Bahtiyar’ı yanına menajer olarak alması vefa duygusunun da ne denli yüksek olduğunun göstergesi.
Gelelim kadına şiddet ve Muhterem Nur ile ilişkisine. Evet, Muhterem Nur’a zaman zaman şiddet uygulamış, babası gibi olmaktan nefret ettiği halde hem de. Ama bunun nispeten meşru bir sebebi de var filmin içinde. Başındaki plaka sebebiyle ciddi baş ağrıları oluyor, kullandığı ilaçlar yeterli gelmiyor ve öfke nöbetlerini tetikliyor. Dahası annesinin öldüğü gün başladığı içki o etkileri en üst seviyede yaşamasına sebep oluyor. Sabah olunca hiç hatırlamadığı o kavgaları da göstermeden, olabilecek en estetik haliyle izleyiciye yaşattı yönetmen. Muhterem Nur’a olan sevgisinin ve hayranlığının daha çocuk yaşlarda başlaması, Muhterem Nur’un onu tanımadan müziğini sevmesi de sanki birbirleri için yaratılmışlar duygusu veriyordu. Belli ki Muhterem Hanımda hem aşkı hem de erken kaybettiği anne sevgisini bir arada bulmuştu. Muhterem Hanım bir gün ona diyor ki, “ya pişman olursan, ya bir gün keşke çocuk sahibi olsaydım dersen?” Müslüm Gürses’in cevabı çok manidar. “benim adım ne?” diye soruyor ve cevabı da kendisi veriyor. “Ben zaten Müslüm Babayım”
Filmde Bahtiyar ile galeriden araba alırlarken yanlış görmediysem bir iki saniyeliğine Müslüm Gürses’in orijinal görüntüsü ve sesi eklenmişti. Yine filmin sonuna eklenen Muhterem Nur söyleşisi ve orijinal görüntüler filmin bonusu oldu. Gençliğindeki o parlak ve pürüzsüz sesini, sonradan zamanla (ve belki de kazada kaybettiği işitme duygusu ile) değişen ses rengini o dönemin orijinal kayıtlarıyla verselerdi, Timuçin Esen okumasaydı daha lezzetli olurdu diye düşünüyorum. Senaryodaki aksamalara, eksik bırakılan yerlere ve ufak tefek kusurlara bakmazsak, kıymetli bir sanatçının hayatına yakından bakma, onu tanıma ve anlama fırsatını veren bir film.