İzole Mekânlar Ya Da Sınırsız Alanlar

Gülay Kurt

Mekân kavramı bağlı olunan coğrafya ve bağlama göre değişiklik arz etmektedir. Batı’da mekân kavramı ilk olarak katı bir cisim gibi mutlak olarak düşünülmüş sabit bir nesne gibi muamele görmüştür. Bunun arkasında yatan sebepler klasik fizik anlayışıdır. Yani bir mekânın haritada coğrafi olarak yerini belli ettikten sonra en net ifadesini buluyordu. Böylece mekânı anlamanın en temel yolu olarak ölçümleme sistemi yeterli görülürdü. Öyle ya bir mekânı ölçüp biçtiğinizde, metrekaresini hesapladığınızda o mekânın fiziksel özelliklerini anlamış olursunuz. Mekânın içinde barındırdığı nesneler, objeler ise yok sayılırdı. Daha sonra ise Einstein’ın zaman-mekân kavramı ile “Göreceli mekân anlayışı” ortaya çıkmış, mekânın hem iç hem de dışı ile nasıl bir ilişkide olduğu, ulaşım, seyahat, sosyoloji, psikoloji ile nasıl değişip geliştiği gözler önüne serilmiştir. Bu anlamda zamanın ve mekânın göreceli oluşu adeta bir devrim yaratmıştır. Yani bu zamandan sonra iki nokta arasındaki uzaklığın sadece bir çizgiyi temsil etmediği anlaşılmıştır.

İZOLE MEKÂNLAR

Teknolojinin gelişmesiyle mekânlar arasındaki ilişki daha da göreceli olmuş, yakın mesafe veya uzak mesafe kavramları da mekânları etkilemiştir. 1970’lerden sonra, bir mekâna neyin uzak neyin yakın olduğu artık ilişki merkezli mekân anlayışının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Artık bir mekânın mekân sayılabilmesi sadece dört duvardan oluşan, ölçülebilir bir somut kavram değil, ilişki ağları içinde hareket edebilen, algılanabilen eylemler bütünü olarak var olabilmesi gerekmektedir. Komünist Rusya’nın veya Çin’in inşa ettiği sosyal(!) konutların insan ilişkilerini sıfıra indirecek kadar zayıf mekânlar doğurmasına karşı yukarıda sözünü ettiğim “İlişkisel mekân” anlayışı doğmuştur. Savaşlar, afetler, salgınlar, anarşi ve terör olayları, aşırı nüfus artışı, çevre kirliliği ve buna bağlı olarak iklim değişikliği vs. gibi insanların meydana getirdiği ama üstesinden kısa zamanda gelemediği olağanüstü durumlarda mekân kavramına günümüzde bir kavram daha eklenmiştir kanımca: İzole mekânlar…

OTEL Mİ?

Mekân kavramı anlattığımız kadarıyla aslında, ölçülendirilmiş, nötr, pasif bir geometri olmayıp, göreceli, ilişkisel, her türlü oluşmaya müsait (Pozitif ve negatif anlamda), aktif, sosyal ilişkiler tarafından üretilen bir yapıdadır. Bu tanımlamaya göre bir mekâna yüklediğiniz anlam, o mekânda ne yapacağına ve nasıl yapacağına dair verilecek kararlar belirleyecektir. Dolayısı ile bir mekânda izole bir hayat da sürebilirsiniz sınırsız bir hayat da. Tamamen göreceli olan mekân algısı yaş gruplarına göre daha da göreceli olmaktadır. Örneğin çocuklar, yaşlılar, engelliler, hamileler, hastalar için bir mekânı iyi bir mekân yapmak için kullanışlı olmasının ötesinde farklı donelerle tanımlamak gerekmektedir.

Günümüzde işler güçler, internet, sanal âlem vs. gibi durumlar yüzünden izole olan hayatlar izole mekânlara dönüşmüş durumda. Ama işte gel gör ki insan kendi tercih ettiği bu tür durumlarda sesini pek çıkarmaz. Ne zamanki olağanüstü bir durum olur ve yukarıdan bir emirle “Evlerinizde oturun” dendiğinde evleri ona hapishane olur birdenbire. Hâlbuki zaten izole bir mekânda izole bir hayat sürmektedir. Ne komşumuzdan haberimiz vardır ne de olan bitenden. Ama birdenbire evlerimiz tek özgürlük alanımız olmak zorundadır. Evlerimizde ne yapabiliriz sorusu başlar. Evlerimiz sadece yemek yiyip yatma gibi otel vazifesi mi görecek yoksa yaşamın duygusal bir limanı mı olacak? İşte bu noktada mekânın nasıl tasarlanması gerektiği de önem kazanmaktadır.

EVLERİMİZ UYGUN MU?

Çocuklar için oyun alanları, yaşlılar için hobi ve hafif aktif eylem alanları vazgeçilmezdir. Özellikle internet, sosyal medya pek kullanmayan yaşlı kesim için park bahçede gezmek elzem bir durumdur. Evlerinde çoğu zaman izole bir hayat süren tek aktivitesi dışarı çıkıp biraz yürümek olan yaşlı kesim için en azından evde bir hobi alanı yaratmak, balkonda iç açıcı çiçeklerle donanmış bir masa etrafında toplanıp bir çay içmek, çeşitli oyunlar oynamak da bir seçenektir. Şu günlerde ortaya çıkan salgın sonucu yaşlı ve kronik hastalık sahibi olanların evlerinden çıkmaması gibi bir durum gündeme geldi. Peki, biz dışarı çıkmasını istemediğimiz bu kesim için uygun evler yaptık mı? Parklar, bahçeler nasıl mahallerin nefes alma alanları ise balkonlar, apartmanlar arası iç bahçeler de binaların nefes alanıdır. Ama maalesef balkonsuz tasarlanarak mekândan tasarruf ettiğin düşünen bir akım veya balkonlarını kapatıp odalarına dâhil etme alışkanlığı oluştu.

ÖZGÜRLÜK ALANI

Balkonlar evlerin dışarı açılan elleridir. O eli uzatıp dışarıdan temiz hava, gökyüzü alırsınız. Kendinizi hem evde hem dışarıda hissedersiniz. Balkonlar özellikle geniş balkonlar, evlerin özgürlük alanıdır. Evden çıkmadan kendinizi dışarıda hissetmenizi sağlayan tek mimari öğedir. Her evin bir bahçesi olamadığına göre her evin ufak da olsa bir balkonu olmalı ki her zaman dışarı çıkılamayan durumlarda yaşam alanlarımız olsun. Facebook’un kurucusu Zuckerberk’in bu sosyal ağı kurduğunda “Artık kimse evinde yalnız kalmayacak” diyerek pazarlama stratejisini oluşturmuştu. Bu strateji bir anlamda tuttu ama biz bugün gene en yakınımızdan güç alıyoruz. Uzaktakilerden güven sorunu halledilmeden bir güç alınması söz konusu olmuyor çoğu zaman. Hayatın ne getireceği hiçbir zaman belli olmaz. Elimizde kalan sadece boş evlerimiz değil içinde mutlu anların süregeldiği sınırsız alanlarımız olmalı.

BİZE BAĞLI

Aslında olağanüstü durumlar, insanların sahip oldukları mekân ve ilişki ağalarını güncellemeleri gerektiğine dair bir farkındalık sağlar. Sosyal olmanın hayatın bir vazgeçilmezi olduğu, zengin fakir ayırt etmeden herkesin sosyalleşme ihtiyacı olduğu artık su götürmez bir gerçek. Öyleyse sınırlı mekânlarımızı, izole hayatlarımızı sınırsız alanlara dönüştürmeyi öğrenelim ki günümüzdeki bu şartlı bu izole mekân durumlarında bocalamayalım. Evlerimiz bizim hem sınırlı hem sınırsız alanlarımız dedik. Hangisini seçeceğiz? İşte o bize bağlı…