Hoppipolla

Büşra Çakır

Şimdi tam olduğumuz yerden geriye doğru büyük bir adım atalım, şöyle birkaç bin yıl kadar. Sümer, Babil, Asur, Elam gibi büyük medeniyetlerin ana rahmi Mezopotamya’dayız. Basra Körfezi’nden Anadolu’ya kadar uzanan bu bölgenin, birçok medeniyete ev sahipliği yaptığı gibi aynı zamanda dünya kültür mirasının da şah damarı olduğunu bilmekteyiz. Buz Devri’nin bitimiyle ılıman iklime sahip bölgelere göç eden insanlar, ilk yerleşim yerlerini kurarak tarihe buradan yön vermişlerdir. 

Şimdi olduğu gibi eski medeniyetlerde de aile kurmak, çocuk sahibi olmak soyun devamı açısından çok önemliydi. Çocuk bir umut kaynağı, insanın kendi yok oluşunu yenmesinin işareti, yeniden varoluşunun bir simgesi olarak görülürdü. Hatta Gılgamış, Enkidu gibi eski Sümer öyküle-rinden yaptığımız çıkarıma göre, insanın ne kadar çok çocuğu olursa öbür dünyada o kadar iyi du-rumda olacağına dair bir inanış hakimdi. Çocuklar o dönemde anne ve babalarıyla birlikte evlerinin bulunduğu höyüklerde yaşar, buralarda koşuştururlardı. Şimdilerde gelişmiş kazı çalışmalarıyla daha da ortaya çıkan, içi kat kat ayrı tabakalardan oluşan höyüklerin, bir diğerinden altta kalan her bir tabakası daha eski bir yerleşim yerini gösterir. Yani bir höyükte ne kadar derine inilebiliyorsak o kadar eski bir yerleşim yerine ulaşıyoruz demektir. 

Günümüz dünyası o zamanlardan çok farklı bir yerde, pek tabi insanları da öyle. Her yeni gün yeni birşeyler inşa ediyoruz kendimize. Bazen kendi yıktığımız duvarların altında kalıyoruz, bazen o duvarları kuvvetli bir rüzgar ya da bir sarsıntı yıkıveriyor ama yenisini mutlaka inşa ediyo-ruz. Tıpkı höyükler gibi. İnşaatlar tamamlandığında, yani yaşlandığımızda; geçen zamandan, geç-mişteki anılardan çokça bahsederken buluyoruz kendimizi. Gelecekten bahsetsek beyazlarımıza ayıp olacak sanki. Öyle bir  dönem var ki, en çok da orada toplanıyor anılarımız: Çocukluk.
    

Evvel Zaman İçinde Çocuk Olmak
    
Her çocuk içinde bulunduğu topluma göre muamele görmüştür. Atalar dönemi, eski Mezo-potamya’da aydın ailelerin çocukları “tablet evi” denilen okullarda okurdu. Burada kendilerine kil-den tabletler yaparlar ve bu tabletlerin üzerinde hem okumayı öğrenir hem de mesleki eğitim, hayvan bilimi, bitki bilimi, coğrafya, matematik gibi dersleri öğrenilerdi. Sümerli bir öğretmenin bu okullar için şöyle söylediği aktarılır:

“Gök gibi sabanı olan bir ev,
Bakır gibi, ibrik gibi bir bezle örtülü,
Bir kaz gibi yere basar, 
Gözü açılmamış ona girer, 
Gözü açılan ondan çıkar.”

Okula gitme imkanı bulan aydın ailelerin çocukları küçük yaşlardan itibaren eğitim almaya başlar, diğer ailelerin çocukları ise baba mesleğini devam ettirir; tarlada, hayvancılıkta onlara yardım ederdi. Her iki durumda da çocuklar belli bir yaşa kadar babalarının himayesinden asla dışarıya çıkmazdı. O dönemde bir babanın çocuğuna karşı otoritesini gösteren şöyle bir yazı vardır:

”Pazar yerinde dikilip durmayacaksın; 
sokaklarda başıboş dolaşmayacaksın; 
yolda giderken sağa sola bakmayacaksın; okulda ciddi ol; 
sınıf mümessiline karşı saygılı davran; saygılı davrandığın taktirde o da sana iyi davranır. 
Okul arkadaşlarınla iyi geçin; 
onlarla eşit olduğunu unutma; arkadaşlarına karşı kibirli olma."

Peki okul eğitimi ve çalışma hayatı içinde gidip gelen çocuklar nelerle oynamış, nasıl bir aile ortamında büyümüşlerdir?

Elbette o zamanlarda da şimdi olduğu gibi çocukların vazgeçemedikleri oyuncakları vardi. 

Şimdilerde birer harabeye dönen o eşsiz topraklarda kahkahalar atan, koşuşturan çocukların oyun-cakları… Seramikten yapılmış kuş ve diğer hayvan figürleri onlar için vazgeçilmezdi. Zar, labirent oyunu, topaç gibi oyuncakların yanında, evcilik oynayan çocuklar için küçük masa, sandalye gibi objeler de vardı. Ayrıca bunlardan farklı olarak hayvan kemiklerinden, derilerinden elde edilmiş daha pek çok oyuncak çeşidine de rastlamak mümkündü. Bebekler için ise içine taş doldurulmuş, top şeklinde küçük çıngıraklar vardı. 

Edinilen diğer arkeolojik verilere göre eski Mezopotamya’da aile içinde günlük yaşam hu-zurludur. Anne ve babalar sabahları çocuklarını selamlar, onlarla kahvaltı eder, oynar, sonra işlerine koyulurlardı. Akşam olunca çocukların ödevlerine yardım eder, daha sonra onların oynamalarına müsaade edilirdi. Ayrıca çocuklar annelerine de sevgiyle bağlıydılar. O dönemden bir çocuğun an-nesini şöyle tasvir ettiği görülmüştür:

“Uzun bir yolculuk yaptım
Annem üzüntüden uyuyamıyor
Durmadan yolculara sağlığımı soruyor
Odasına bir kızgın söz girmeyen o
Selam mektubumu eline ver
Eğer annemi bilmiyorsan tarif edeyim
Onun satırlarında sevimli bir ses, kelimelerinde iyi bir anlam var.
Yüzü ışıldayan, parlak bir heykeldir annemin
Tanrısal bir güzellik, bir gelin, bir neşe…
Annem mevsiminde yağmur, en iyi tohumlar için sudur.”

Eski Mezopotamya çocukları çeşitli sebeplerden dolayı dezavantajlı olarak görülebilir. Bugün “tüm imkanların çocukların önüne serildiği” bir zamandan onlara bakarak mutlu olduklarını pek tabi söyleyemeyiz. O döneme ait mağara duvarlarındaki resimler, dönemin olaylarını, değerlerini göstermekteydi.  Araştırmalara göre çocuklar,  kazılarda ortaya çıkarılan bir çok resmin ortak özelliğiydi. Babasıyla top oynayan bir çocuk resmine rastlandığı gibi, annesinin kucağında ya da evin ortasında oynayan çocuk resimlerini de görmek mümkündür. Burdan sonraki dönemlere doğru gittiğinizde ise özellikle Orta Çağ’da çocuğun bir süre çoğu resimde çizilmediği, çizilenlerde ise yüzlerinde ve bedenlerinde onlara dair masum, çocuksu bir ifadeye rastlanmadığını görebilirsiniz. O dönem çocuklar adeta küçük yetişkinler gibi tasvir edilirdi.

Tarihi, Eski Çağ’dan yakın geçmişimize sardığımızda ise çocukluğun en güzel dönemine geldiğimizi söyleyebilirim. Okuldan eve gelince, sırt çantasından kurtulur kurtulmaz kendini sokakta bulan çocukların dönemi.
Oynadığımız binbir çeşit oyunla, ettiğimiz sokak kavgalarıyla, hayatı deneyimlerle öğrendiğimiz zamanlar…

Bu iki dönem arasında yani bilinen en eski ile yeni arasında kuvvetli bir bağ kuruyorum. Sanki şartlar kılık değiştirmiş ama çocukluk aynı kalmış. Çember çevirme oyunu oynayan Tanrıver değil de, bizim Ahmet işte.
Höyükler arasında koşuşturan çocuklarla, sokak çocukları el ele.
Sonrasında ise bir şeyler ters gitti.

Bugün Çocuk Olmak

2000’li yıllardan itibaren, giderek bizi kuşatan teknolojik gelişmeler ve kapitalist düşünceyle birlikte çocukla yetişkinin arasına psikolojik mesafenin girmeye başladığını söyleyebiliriz. Eski dönemde, çocuk için neyin iyi olduğunu ayrı olarak düşünmek kimsenin aklına gelmemiştir. Gel-mişse bile çocuk için iyi olan bir şeyin yetişkinler için iyi olandan bir farkı yoktur ve buna çekirdek ailesi karar verir. Fakat artık işler değişti. Çocuğu için neyin iyi olduğuna anne babalar  bile karar vermiyor. Direkt olarak çocuğa yöneltilmiş reklam kampanyaları artık söz sahibi.  

Yapılan bir araştırmaya göre çocuklara yönelik pazarlama 1983’de 100 milyar dolar iken, bugün bu rakam 17 milyar dolara ulaşmıştır. Hal böyleyken artık evlerin yöneticisinin reklam kam-panyaları olduğunu söylemek abartı olmaz, onlar neyi uygun görürse çocuğumuz için iyi olan odur. Dönen reklamalara bir bakın, hep isteyen bir çocuk vardır ve çocuğun isteklerine karşı koyamayan bir anne. Pazarlama tekniği bu olsa gerek ki reklamlarda hep, dışarıda oynayan çocuk bir ürün, eşya için anne tarafından hep eve çağrılır.      

En son ağaç tepesinde kuş yakalamaya çalışan çocuklar olarak kendi kuşağımı hatırlıyorum. Tuvalete sıkışsa dahi annesi bir daha göndermez diye evine gitmeyen, sokakların kahraman çocuk-larına ne olduğunu merak ediyorum. 

Kendimizi önce kendimizden sonra çocuklarımızdan uzaklaştıran bu gizli güce tamah ettik. Çocukla aynı yol üzerinde yan yana değil, aynı uçurumun kenarında karşı karşıyayız artık.  Böyle-likle çocukluk;  toplumun “sessiz grup” olarak gördüğü çocuklara kurallar koyduğu, onları eğitsel, ailesel, ekonomik ve kültürel bir takım bağlılıklarla kuşattığı ayrı bir döneme dönüştü.

Bu anlamda hayatın içinden şöyle bir örnek vermek istiyorum. Geçenlerde bir bahçede otururken toprağı didikleyen 3-4 yaşlarında bir çocuk gördüm. Annesini belirlemek için etrafıma bakındım ve bankta telefonuyla uğraşan kişinin annesi olduğunu anladım. Tekrar çocuğa döndüğümde şahane bir solucan bulmuştu. Öyle heyecanlıydı ki o solucanla ne yapacağını bir türlü bilemedi. Zıplayıp duruyordu. Sonra kaptığı diğer muhteşem solucanla birlikte koşarak annesine gitti. Annesi solucanı görünce hemen öne atıldı ve ani bir hamleyle iki solucanı da  arkada bir yere fırlatıverdi. Çocuğun o güzel heyecanı yerini hayal kırıklığına bırakmıştı. Annesi çocuğunun muhteşem bir keşif yapmasına sevinmediği gibi bir de ona ait olanı yok etmişti. Anne çocuğunun üzüntüsünü fark edince bunu telafi etmek için telefonundan daha büyük, daha farklı solucan resimleri açarak “Bak burda daha güzelleri var, al onlara bak. “ diyerek küçük bir bilim adamını hipnotize etmeyi başardı.

Burada anneye kusur bulmak kolay yol olurdu. Senaryonun arka planına bakarsak anneyi ekranda olanın, doğada var olandan daha iyi olduğuna kim ikna etmiş onun peşine düşmemiz gere-kir. Burada en iyi senaryo solucanın küçücük bedeniyle ekosisteme nasıl katkı sağladığını anlatıp, ne yapması gerektiğine çocuğun kendi kendine karar vermesini sağlamak olurdu. Kötuü senaryo ise oldu bile. Kendimizle birlikte çocuklarımız da sezgilerini kaybetti. Aletlerin içinde yaşayan duygu-larıyla yaşayamayan bir sürü insana dönüştük. 

Bunları düşündüğümde, Polinezyalı kaşiflerin koca okyanusları küçük kanolarla, herhangi bir navigasyon sistemi olmadan nasıl keşfettikleri geliyor aklıma, hayret ediyorum. Dalgaları, bulutları, akıntıları, rüzgarları, yıldızları kendilerine pusula edinmişler. Herhangi bir dış sese mahkum olmadıkları için, doğayı sezgileriyle idrak edip kendilerine öyle yön vermişler.
İzlediğim bir belgeselde şöyle diyorlardı: “ Dünyayı algılamak dıştan içe değil, içten dışa olduğunda hayat değişir.” 
Sanırım önce bunu biz kaybettik, çocuklarımız da ardımızdan geldi.

Matematik, kimya, fizik, edebiyat, dil gibi ilimler muhakkak önemli fakat günün sonunda bu dünyayla baş başa kalıyoruz. Onunla baş etmek için daha işlevsel becerilere ihtiyacımız var. Karşı-mızdakinin duygularını, düşüncelerini anlayabilmek; kendimizi doğru anlatabilmek gibi. Eğitim sistemimizde bu becerileri kazandırmaya daha çok yer açmak zorundayız. Yoksa gelecek neslin kült ders kitaplarıyla, elektronik oyuncaklarla, çeşitli simülasyon oyunlarıyla oyalanırken bunları ger-çekleştirmesi mümkün olmayacak. 

Gözümün önüne iki resim geliyor. Biri omzunda kuşuyla gökyüzüne bakan bir çocuk, digeri aynı gökyüzü altında boynu aşağı eğilmiş, ekranda gökyüzünün ancak yansımasına bakıyor. 

Biri eskimizi temsil ediyor, diğeri yenimizi.
Biri hissediyor, diğeri bakıyor.
Biri nefes alıyor, diğeri nefes veriyor.

Ha bir de teknoloji çağı çocuklarına karşın, yeni Mezopotamya çocukları var. Var mı ondan bile tam emin olamadığımız. 
Bakacakları gökyüzünü bile çaldığımız, yalın ayak çocuklar…

Son söz;

Bir ara bir şeyler oldu ve çocuklar adına hiç birşey iyiye gitmedi.
Biz onlar daha iyisine “sahip olsun” diye çok çalışırken, gerçekten önem arz eden şeyleri feda ettik.
Halbuki hiçbir şey onlara vereceğimiz sevgiden daha sağ duyulu değildir.
Bizler dünyayı öylesine suistimal ettik ki artık ne yöne gideceğimizi bilemiyoruz. 
Yine de umut hep vardır.

Gökyüzündeki gri bulutlara bakıp onların kirlendiğini düşünen çocuklar hürmetine ayaktayız.

Aslında hepimiz içimizde muhteşem birşey taşıyoruz. Buna kendimize göre bir isim verebiliriz. Kalp, ruh, 6. his… Ben iç pusula diyorum. Çocuk deyince de pusulam eski bir İzlanda kelimesinde duruyor.

Hoppipolla: Su birikintisine atlamak.

İşte bir çocuk için bundan daha güzel birşey olamaz.

Sevgilerimle…

Seçilmiş Kaynaklar:
Fulya Sormaz, Hülya Yüksel. Çocukluk, Oyun ve Oyuncağın Endüstrileşmesi ve Tüketim Kültürü.2012.
Mine Tan. Çağlar Boyunca Çocukluk. 1989
Özlem Genç. Çocukların Orta Çağ Avrupa'sındaki Yeri. 2016