Helâlin gücü

Hüseyin Karaca

Fâniler yurdunda bâki değerleri yaz dedi tâlib.

Helâl harâm terazisini kasdettin gâliba dedi kâtib.

Tasdik etti tâlib.

Kalemden başlayayım dedi kâtib.

Yazan, yazdıran kudreti unuttuğunda haram lokma gibi zehir yutmuştur değil mi?

Hikâye saymazsan bir yaşanmış öykü hatırlayalım dedi kâtib.

Yatsı karanlığında, yorgun bir günün ardından inşaatta çalışmaktan bitkin düşmüş usta, paydosun ardından 5 km. uzaklıktaki evine dönmektedir.

Tam evinin bulunduğu mahalleye girmek üzereyken ani bir refleksle geri döner ve hızlı adımlarla inşaatın yolunu tutar.

Mahalle muhtarı hızla geri dönen ustayı görmüştür.

“Usta, neden döndün bu saatte geriye” der. Usta cebini göstererek “cebimde inşaata ait bir çivi kalmış, eve götürmem doğru olmaz. Haramdır evlat, inşaata götürmem gerekiyor” der.

Muhtar “bir çividen ne olur ki” der demez usta “sen anlamazsın muhtaar, o çivi inşaattan eve giderse falan şehirdeki oğlum fakültede okuyamaz, başarılı olamaz, helal lokma nedir bilir misin sen” der.

Muhtar donar kalır yerinde.

Bu satırların kâtibi, böyle bir ustanın çocuğu olmaklığa sevinmekten çok, bunca kariyer ve malumata rağmen usta babasının irfanına hiçbir zaman yetişemeyeceğine yanmaktadır.

“Köylü” ya da “âvâm” deyip geçtiğimiz, fakat nezahetine marifetine zühdüne hiçbir zaman yetişemeyeceğimiz zirvelerin gölgesinde yetiştikten sonra, metropol şehirlerin modern hayatına esir, kaprislerin esaretine mahkum, şöhretin tutkusunda her gün binlerce ölüm beğenen bizler, akademik vaazlar, sosyal paylaşım hamasetleri ile fani dünya terazisini dolduruyoruz.

Ya uhrevî kefe?

Hani iki kefeli bir terazide hassas yaşam ahlakı idi kulluk.

 “Allah ve Rasûlü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min kadın için kendi işleri konusunda tercih kullanma hakları yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne karşı gelirse, şüphesiz ki o apaçık bir şekilde sapmıştır” (Ahzâb 33/36) âyetine râm olmak gerçek varoluş refleksi değil mi?

Helal ve haram, yaşam denilen iki uçlu dünyevi-uhrevî terâzinin iki kefesi.

Bu kefelerde tartılmayı göze almak, işte hakikate yâr olup olmadığımızın ölçüsü.

Helal lokma ile başlayan serüvenlerin, helâl yaşam tarzları ile devam edip nihayet “helâl olsun, ne yaşanmaz bir hayat bıraktı merhum” dedirtecek bir ukbâ yolculuğu ile tâclanma öyküsü.

Helâl lokma en solmaz evlilik çeyizi. Gelin güveyin bu çeyizi tâ ebeveyn terzihanesinde hazırlanır..

Mümin, Besmele ile başlayan her hayırlı işte helâlin Firdevs kokusunu duyar.

Haram çöplüğünde büyüyen gül sembollerine kanmaz.

Gülistandaki helâl güllerden koklar ebedi saadet sırrını.

Evlilikte küfüv aranır eşler arasında. Denk olmalıdır gelin damat. İlim makam mansıb soy sop bakımından denklik aranır.

Helal haram hassasiyeti en keskin küfüv/denklik orta paydasıdır.

Beka tılsımı, hane huzuru helal haram inceliğinde tecelli eder.

“Onlardan çoğunun günahta, düşmanlıkta, haram yemede birbirleriyle yarıştıklarını görürsün. Yapmakta oldukları şey ne kötüdür!” (Maide 5/62) âyetindeki tehdidin boyutlarını farkeden insan, hayatın her ânında kılı kırk yaran bir takva ile yaşar.

“Dilleriniz yalana alışageldiğinden dolayı, Allah’a karşı yalan uydurmak için, “Şu helâldir”, “Şu haramdır” demeyin. Şüphesiz, Allah’a karşı yalan uyduranlar, kurtuluşa eremezler” (Nahl 16/116) beyanında dikkat çekilen keyfiliğe düşmemek için ma’rûfu emreden, münkeri yasaklayan dillere kulak verir mümin.

Neyin haram neyin helal olduğunu belirleyen kitab ve sünnete teslimiyet düşüncesini, aşılamayan bir erdem sayar.

“Bana göre..” diye başlayan cümlelerde yıkılıp gitmemek, kendi nefsinin peşinde serâblarda kaybolmamak için, hakkı haykıran, hakkı haykırmanın hakiki âlim olmanın anahtarı sayan muhakkik ârifleri dört gözle izler. “Bunları, din adamları ve âlimler, günah söz söylemekten ve haram yemekten sakındırsalardı ya! Yapmakta oldukları şey ne kötüdür!” (Maide 5/63) âyet-i kerimesini bir altın öğüt gibi davranışlarının rehberi kılar.

Sohbeti unutup bencilleşen, hatta Rabbi ile en özge sohbetini yani duasını kaybeden insan, aslında haram lokmasının karanlığında yaşayan insandır.  “Şüphesiz Allah temizdir ve ancak temiz olanı kabul eder. Bir adam uzun bir yolculuk yapmıştır. Saçı başı dağınık, elbiseleri tozlu, ellerini semaya kaldırır ve ‘Ya Rab, Ya Rab’ der. Yediği haram, içtiği haram, giydiği haram ve haramla gıdalanmış böyle bir kimsenin duası nasıl kabul edilir?!” (Müslim, Zekât, 19) buyuran bir peygambere bigâne yaşamak ne talihsizliktir!

Dualarının kabul olmadığını küstahça ulu orta dile getiren modern insan, midesinin, cismani uzuvlarının esiri olduğunu, haram lokmada haram bakışta haram duyuşta helâke sürüklendiğini farkedemez.

Haram helâl hassasiyeti, sadece lokmada, sadece parada malda mülkte değil bütüncül bir kulluk sadeliğinde kendini gösterir.

“Çölleşen gözlere hayâ sürmesidir takvâ,

Hiss-i vera' yoksa abestir harâmdan şekvâ” diyen şâir gibi  en çok da gözdedir helâlin gücü.

Gözde başlar helâle saygı, gözle kemâle erer helâlin saltanatı.

Helâl, eştir; helâl, alın teridir. Helal, hakka hukuka saygıdır. Başkalarının emeğine aferin diyebilmek, kendi haddini hududunu bilebilmektir.

Başkalarının haramları üzerinden helal devşirmek budalalığı değil, aç susuz kalsa da şükür servetini hiçbir şeye değişmeme zenginliğidir. Hali vakti yerinde olunca da infak ederek ebedi hayatın ciddiyetiyle donanmaktır.