Saliha Sağdıç
Benim çocukluğumda anneler; duvar kağıdından abajuruna kadar bir konsepte göre ayarlanmış çocuk odalarında, en tasarım karyolasında uyuttuğu çocuğunun başucunda sallanan koltuğuna oturarak, çocuğun gelişimi için özenle seçilmiş hikaye kitapları okumazdı. Kendi çocukluğunu anlatırdı mesela... Köyünü, köy çocuklarını, okullarda dağıtılan süt tozunu, çocukların sırayla yaptıkları çörekleri okula getirdiklerini, öğretmenlerinin sınıftaki sobayı yakmaya çalışmasını anlatırdı. Annemin masal niyetine anlattığı çocukluk hatırları; Küçük Prens'ten de, La Fonten'in masallarından da daha değerliydi benim için. Annemin safari konseptine göre kutlanmış bir doğum günü olmamış hiç. Doğmadan önce baby shower partisi, doğunca da ağzında torbayla bebek taşıyan leylek magneti dağıtılmamıştır muhtemelen konu komşuya. Ana sınıfına gitmediği için, ana sınıfı mezuniyetinde ebeveynleriyle çekilmiş bin beş yüz tane hatıra fotoğrafı da yoktur. Zaten kaç tane fotoğrafı vardır ki? Annemin ve annemin yaşındakilerin çocukluğunda olmayan ama bugün olmayanın dövüldüğü şeyleri saymakla bitiremem. Tüm bunlara rağmen; her bir ayrıntısını ezbere bildiğim, bana göre dünyanın en güzel ve en mutlu çocukluğuymuş. Annemin bana anlattığı ve benim de kendi çocuğuma anlatacağım anıların ortak noktaları ise kusursuz olmamaları sanırım. Birinden ödünç alınan gelinlik, bir kilim, bir bavulla evlenmek, birçok şeyi zamanla ve beraberce çalışarak yapmak kulaklarımıza yabancı gelen şeyler değil diye düşünüyorum. Bir önlüğü üç yıl giyen çocuklar, büyüdükçe kardeşe devredilen eşyalar, eksik, yarım ama samimi hayatlar... Elbette yükselen hayat standartları, alım gücünün artması vs hayatlarımızda bir takım değişiklikleri de beraberinde getirdi. Amacım burada bir fakirlik güzellemesi yapmak, çocuğunun yırtılan pantolonuna yama yapmak yerine yenisini alan aileleri yermek değil tabi ki. Hayat standartlarımızın yükselmesi, şartlarımızın iyileşmesi, kazançlarımızın artması ile aynı orantıda beklenti ve isteklerimizde oluşan abartılı değişikliklerden dem vuruyorum sadece. Kusursuz bir hayat istiyor oluşumuzdan yakınıyorum. Hayatlarımız kusursuz olmalı ve mümkünse de herkes bilmeli. Kimseye gösteremediğimiz bir hayat mükemmel olsa ne olur ki değil mi?! Türk Dil Kurumu'na göre mükemmel kelimesi; kusursuz, tam, tamamlanmış, eksiksiz gibi anlamlara geliyor. Hep mükemmel olma isteğini ise 'mükemmeliyetçilik' olarak tanımlıyoruz. Depresyondu, panik ataktı derken havalı bir toplumsal sorunumuz daha olmuş oldu böylece. Esasen tam olarak değinmek istediğim şey, kişilerin kendi içlerinde yaşadıkları mükemmeliyetçilik dürtüsü değil, toplumca yakalandığımız ve bize dayatılan kusursuz olma algısı. Televizyon programları ve sosyal medya eliyle adeta bir virüs gibi yayıldı bu kusursuz hayatlar algısı. Sanki yazılı olmayan toplumsal kurallara, doğayı kirletmemek, büyüklere saygılı olmak, otobüste yaşlı, gazi ve hamilelere yer vermek dışında yeni kurallar eklenmişti. Kusursuz bir düğünle evlenmek, 23 Nisan gösterisi tadında kına gecesi yapmak, (Eskiden kına geceleri, geline kına yakılan, bir kaç acıklı müzikle ağlanan biraz da eğlenceli müzikle plansız şekilde oynanan düğün öncesi aktiviteleriydi. Şimdilerde gelinlerin bir gala gecesinin başrol oyuncusu gibi günler öncesinden kareografilere hazırlandığı, profesyonel ekiplerin gösterilerini sergilediği, onlardan arta kalan zamanlarda da davetlilerin bir kaç figür sergileyebildiği muhteşem gecelere dönüştü.) Uzak ve havalı yerlere balayına gitmek, evlilik teklifi ile başlayan, kız isteme, söz kesme, nişan, kına, düğün gibi tüm detayları profesyonel çekimlerle ölümsüz hale getirmek. Tüm bu etkinliklerde misafirlere konsepte uygun, kek, kurabiye, pasta ve küçük hediyeler ikram etmek. Neredeyse konsepte uymayan sinek uçmuyor bu gecelerde . Olmazsa olmaz olan ise bunları cümle sosyal medya alemine ilan etmek. Mümkünse her aşamayı paylaşırken en anlamlı, en muhteşem sevgi cümlelerini iliştirmek. Sanki sözleşmişler ve bütün aşamaları uygulamak için gizli bir yemin etmişle . Son zamanlarda yukarıda saydıklarımdan tek bir aşamayı atlayıp da evlenen çift neredeyse yok. Olunca haber oluyor zaten, nitekim oldu da. Geçtiğimiz Nisan ayında Hatay'ın Reyhanlı ilçesinde yaşayan Türkçe öğretmeni Mustafa Şanverdi ile Suriye'deki iç savaş sebebiyle ülkemize sığınan Suriye'li öğretmen Ela Kavas, düğünleri için ayırdıkları parayla 156 yetimi giydirdi ve sade bir nikahla evlendi. Kimse düğün yapmasın, evine eşya almasın, balayına gitmesin demiyorum. İmkanları müsait olanlar dilediği hayatı yaşayabilir elbette. Benim karşı olduğum bunun bir zorunluluk, bir mecburiyet gibi insanlara dayatılması. Biri kafamıza silah dayamıyor tabi ama sosyal medya, diziler ve televizyon programları ile öyle abartılıyor ve körükleniyor ki, insanlar farkında olmadan bu çekimin içine giriyor. İmkanı olsun ya da olmasın kendisine dayatılan hayatı, şartlarını zorlayarak yaşamaya çalışıyor. Yaşayamıyorsa da yaşıyormuş gibi gösteriyor. Öyle ki artık insanlar bakmak için bile kusursuz insanları tercih ediyor. Sosyal medyada en çok takip edilen kullanıcılar bir şekilde kusursuz olanlar. Aslında öyle göstermeye çalışanlar da diyebiliriz. Ya kusursuz bir güzellik, ya kusursuz bir düğün, ya da kusursuz dizayn edilmiş evler... Herhangi bir filtre ya da fotoşop uygulanmamış fotoğraf paylaşan, yani gerçekte neyse onu paylaşan insanlar neredeyse kalmadı. O kadar ki, eğer bunlar yoksa “filtresiz” ya da moda tabirle “no filter” diye belirtme isteği duyulur oldu. Dolayısıyla kusurlu bulduğumuz her yerimizi değiştirmek ve güzelleştirmek ister olduk. Çünkü herkes küçücük bir burnu olsun, renkli gözleri olsun, burnu ne kadar küçükse dudakları o kadar büyük olsun, teni pürüzsüz olsun, beli ince olsun, boyu uzun olsun, kısaca kusursuz olsun istiyor. Değilse düzeltiveriyor teknoloji sağ olsun. Bu kadar abartı ve kusursuzluk arayışı içinde ise zarafeti tamamen kaybediyoruz. Peki, kim karar veriyor küçücük bir burnun kemikli bir burundan daha güzel olduğuna? Kim dayatıyor bize bu güzellik ve kusursuzluk algısını? Kusura ve kusursuzluğa kim karar veriyor? Önemli olanın gözün renginin değil, hayatı nasıl gördüğünün olduğu neden unutuluyor? Fikirlerimizin, dünya görüşümüzün; saçımızdan, kıyafetlerimizden ya da mükemmel dizayn edilmiş oturma odalarımızdan daha önemli olduğu neden unutuluyor? Toplum olarak büyük bir yarışın içindeyiz. En iyi olma yarışı. En iyi giyinen, en iyi eve ve otomobile sahip olan, en güzel ve en zayıf olan, en akıllı çocuğun annesi ya da babası olan, en başarılı olan, en çok takipçisi olan, en en en... Kimse ortalama bir hayat ile yetinmiyor. Herkes çocuğu doktor ya da mühendis olsun istiyor. Kimse elindeki imkanları sahip olduğu yetenekleri yeterli görmüyor. Toplumda kabul gören, yani dayatılan kusursuzluğu arzuluyor. Mutluluk ise tüm bunların arasında ezilip gidiyor. Geçenlerde; sanki tüm bu anlattıklarımı “sen yorulma bak biz bunun parodisini yaptık” dercesine yapılmış bir televizyon programını dehşetle izledim. Ama maalesef parodi değil, gerçekti. Yeni evlenmiş kadınlar haftanın her günü içlerinden birinin evine gidiyor, evin her yerini karış karış geziyor. “Perdelerinizin rengi halınıza uymamış, tabaklarınız bana çok sade geldi, bu ev biraz küçük değil mi?” gibi sorular soruyorlar. Sonra ev sahibesi düğününde ya da kınasında giydiği bir elbiseyi giyiyor, bir de onu alaşağı ediyorlar. Çeyizlerini yere serip tek tek inceliyorlar. Bu danteller az değil mi, bu kadar çeyizle nasıl evlendiniz şeklinde biraz da orada kepaze ediyorlar ev sahibini. En sonunda beni en çok şaşırtan bölüme geçiliyor. Düğün, nişan, kına gecesi gibi her özel günün videoları izleniyor, fotoğraf albümlerine bakılıyor ve aynen şu sorular soruluyor. “Düğün salonu kaç kişilikti, kaç para verdiniz, ay ne kadar az kişi gelmiş, kaç altın takıldı, fotoğraflar kaç lira tuttu? vs” Sonuç olarak, en büyük düğün salonunu kiralayan, en çok altın takılan, gelinliği en güzel olan, saçı en güzel toplanan, halısı perdesine en çok uyan, en fazla havlu kenarına sahip olan yarışmacı yarışmayı kazanıyor. Yaşasın kusursuz gelinler ve kusursuz hayatlar! İşte bu ve bunun gibi çok izlenen gündüz kuşağı kadın programları ile “kusursuz hayatlarımız olmalı” algısı ilmek ilmek işleniyor bilinçaltımıza. Böylece herkes birbirinin aynısı oluveriyor. Düğünler, kına geceleri, balayılar, kıyafetler, gidilen eğlence mekanları, dinlenen müzikler, doğum günü partileri, mezuniyet kınaları vs her şey aynı... Çok beğenilen sosyal medya fenomenlerinin profillerini incelediğinizde neredeyse aynı olduklarını göreceksiniz. Çünkü yazılı olmayan yeni toplumsal kuralları uyguluyorlar. Bu gizli kuralları yenilerinin eklenmemesini diliyor eskilerinin de bir an önce havasının sönmesini istiyorum. Zira bu gözler; yeni doğmuş bebeğine gelinlik giydirince kendisi de tekrar gelinlik giyen, bebeğe hoş geldin düğünü gördü. Sanırım oğlunun sünnetinde gelinlik giyen annelere özendiler. Aslında; güzellik de, kusur da, kusursuzluk da, yaşadığımız çağa, içinde bulunduğumuz kültüre, algılarımıza ve bilinçaltımıza göre değişir. Bugün çok beğenilen şeyler yıllar sonra beğenilmeyebilir. Bugün kusur olarak görülen şeyler yıllar sonra çok beğenilebilir. Bu kişiler için de böyledir, toplumlar için de. Bir kültürde çok beğenilen şeyler başka bir kültür için yergi sebebi olabilir. Çünkü bir şeyi beğenmek için oluşturduğumuz kriterleri de, kusur olarak gördüğümüz noktaları da kendimiz belirliyoruz. Hele ki güzel kavramı çağlar içinde belki de en çok değişen kavram. Yaşadığı çağda güzellik abidesi olarak görülen kadınlar bugün mezarından kalksa gelse yüzüne bakmayacağız belki de. Önemli olan kendimizi ve çevremizdekileri eksik ve fazla yönlerimiyle sevmek. Yoksa güzelinde güzeli, iyinin de iyisi vardır. Kusursuz olan, bütün hata ve eksikliklerden münezzeh olan alemleri yaratan yüce Allah’tır. Mesele kusursuz olmak değil, mutlu olmaktır, mükemmel olmak değil, kendimiz olmaktır. Çocuklarımıza onlara nasıl kusursuz baby shower partileri, konsept doğum günleri yaptığımızı anlatmasak da olur. Eksikliklerimizin, kusurlarımızın olduğu bir çocukluk hatırası pekala iş görür. Yani sosyal medya tabiri ileşöyle söylemek istiyorum , #kusursuzdegilim ama kendim gibiyim.