“Konfora, eğlenceye çok alıştık ve dünya dev olmuş tüm kazancımızı yutuyor…”
Cümleyi okuduğumda gayri ihtiyari ve biraz da mizahi şu kelimeler dökülüverdi dilimden; ‘konfora, eğlenceye öyle alıştık ki dev gibi yutuyoruz dünyayı’. Sonra içimden bir başka ses; ‘belki dünya bizi yutuyor, o bizi yuttukça biz dünyevileşiyoruz’ dedi.
Adına ister tüketim çılgınlığı, ister lüks ve konfor düşkünlüğü, isterse dünyevileşme diyelim bu maraziyetin temelinde varlığa ve var olmaya yüklediğimiz anlam yer almaktadır. İşte bu noktada; tanı ve teşhisin bir basamağı olarak hikâye alma yöntemi ile bu maraziyete yaklaşarak şu soruları yöneltmek isterim;
Bu beden, bu hayat, bu mal-mülk, bu para, bu zaman senin mi?
‘Elbette benim, bunlar nasıl soru?’ diye bir karşılık geldiyse, zımnen‘ benim olanı istediğim şekilde harcarım’ gibi bir kafa tutuş da vardır vakada.
Bütün bunlar varlığa yüklenen anlamla alakalı kuşkusuz. Eğer varlığa ‘verili’ nazarla bakılsaydı ‘efendim, bunlar emanet ben de emanetçiyim’ denilebilseydi zaten bu maraziyet hâsıl olmazdı.
‘Mal benim, mülk benim, dilediğim gibi harcarım, bunun hesabını vermek zorunda değilim. Ya hu arkadaş, helalinden kazanıyorum, zekâtımı-fitremi veriyorum, başka hayırlar da yapıyorum, bundan ötesi kimi niye rahatsız etsin ki? Dilersem en lüks mekânlarda tatil yaparım, gönlümce eğlenirim, pahalı markalar giyinirim, arabam son model olabilir vs. Bunların hesabını kimseye vermek zorunda olduğumu düşünmüyorum. Aksini hasetlik olarak görürüm,’ denildiğine şahit olmak da mümkün bu ahvalde.
Öyle bir yere evrildik ki hasetlikle hassasiyet birbirine karıştırılabiliyor ya da bu durum gereksiz hassasiyet olarak değerlendirilebiliyor.
Gönlümüzün ibresi ne yanadır belli, işte o yanda ibre zelzeleye uğramış gibi titreyip duruyor ‘ya hu arkadaş..!’la başlayan bu neviden çıkışlarla.
Bu mevzu çok su götürür arkadaş, diyerek, verili olan karşısında Rahman’ın kulları nasıl vaziyet almalı? Mevzuunda gezinelim kalemimizle.
Muhakkak ki, mal-mülk, para, mevki-makama düşkünlük, dünya hayatı ve dünyalıkların bir imtihan aracı olduğu, hayatın bu dünyadan ibaret olmadığı, sadece dünyayı isteyenlerin ahirette ellerinin boş kalacağı ya da ellerine geçecek olanın ateşten başka bir şey olmayacağı hususlarındaki ayetler; ‘dünyayı elinin tersiyle büsbütün iteleme veya dünya hayatının şaşasına, lezzetine kapılma’ diyerek müminlerde dünyevileşmeye karşı bir varlık bilinci oluşturmak istemektedir.
Bu bilinç; tüketim çılgınlığı, lükse düşkünlük, zevkçilik, saçıp savurma, her ne olursa olsun sahip olma gibi zamanın en sinsi iptilalarına karşı ciddi bir koruma kalkanı ve mesafe sağlar.
Anadolu irfanından daha yalın bir bakış açısıyla mevzuya neşter vurmak gerekirse “olması dert değil, olanların sana sahip olması derttir.”
Öyle bir dert ki dünya kaynaklarını insafsızca kurutur. Tam bu noktada Kur’an’ın israf edenleri ‘şeytanın kardeşleri’ olarak nitelendirmesine dikkat çekmek isterim.
İnsanı kalbinden sallayan bu benzetme varlık karşısında insana haddini bildirmekle kalmıyor, tüketim çılgınlığına, bencilliğe karşı tam ayar veriyor.
Ya hu arkadaş, diyenden hitabını ödünç alarak dilelim ki, ya hu arkadaş, tükenmez denen kaynaklar tükenmekte, sular çekilmekte, toprak çatır çatır çatlamakta, birçok canlı türü yok olmakta, dünyanın krizlerden nefesi daralmakta iken,
Ve ne hava eski hava, ne su eski su, ne tat eski tat iken, ‘benim tuzum kuru, mal benim değil mi, dilediğim gibi harcarım’ diyebilmek, ah, el-insaf, el-insaf!
‘Bu ofise bu kadar lamba fazla, aynı anahtara bağlı olanların bir kısmını gevşetelim de israf olmasın’ denildiğinde ‘birileri deveyi havuduyla götürüyor sen de iki lambanın derdindesin’ diyebilmek...
Güneş görmez cepheli binalara siyah cam takıp gün boyu lamba yakmaya mecbur edilmek...
Toplantı, seminer gibi organizasyonları kurum ve kuruluş bünyesinde yapma imkânı var iken türlü bahanelerle çok yıldızlı mekânlarda ısrar etmek...
Bu ahvalde insafa sığmıyor azizim, sığdıramıyorum.
Ve yüreğimin yazmaya yetmediği dahası.
Peki, ne öneriyorsun yazıcı? Diye sorarsan derim ki:
Bir şey almadan önce; bu gerekli mi? Olmasa da olur mu?
Bir şeyi atmadan önce; bu daha iş görür mü? Dönüştürülebilir mi? Başkasının işine yarar mı?
Bu yaptığım Yaradan’ı öfkelendirir mi? diye sorulabilir.
Helalden harcamanın da hesabı olduğu,
Ve dahi varlık karşısında tutumumuzun kibir içerme gibi bir tuzağı olduğu düşünülebilir, mesela.
Hâsılıkelam, bir çocuğun ayakları soğuktan kızıl pişmişse, bir evde yokluktan sofra kurulamamış, bir genç eğitimine devam edememişse ‘varımı dilediğim gibi harcarım’ tavrı içime sığmıyor, sığdıramıyorum vesselam.