Yabancı bir ülkede yaşamaya başlayınca, insan ister istemez kendi ülkesi ile yeni yaşamaya başladığı ülke arasında kıyaslamalar ya da benzetmeler yapıyor. Ben de son birkaç yıldır yaşadığım bu Avrupa ülkesi ile kendi ülkemi mütemadiyen kıyaslıyorum. “Aman canım bunlarınki de yemek mi, bizim mutfağımız gibisi dünyada yok”, “Yalnız tatlı ve pastalarda çok iyiler hakkını teslim edelim”, “Paris, Paris diyorlar da, bir İstanbul etmez yahu”, “ne saygılı bir millet, bizde böyle medeniyet yok azizim!” vs gibi…
Bunlar bir yana en çok ilgimi çeken ve bana çok tuhaf gelen şeylerden biri ise “yaşlılar”dı. Her yerde ama gerçekten her yerde olan yaşlılar. Hayattan kopmamış, neşeli, mutlu ama genellikle yalnız yaşlılar. Bizde olsa bir ayağı çukurda diyeceğimiz derecede yaşlı kadın ve erkekleri kendi market alışverişlerini yaparken; otomobil kullanırken, spor yaparken, bahçe işi yaparken, yüzerken, dans ederken kısaca hayatın her alanında görmek beni çok şaşırtıyordu. Titreyen elleriyle otomobilinden inip, üç parça yiyecek alıp filesine yerleştiren, parasını cüzdanına koyarken bir yandan da kasiyer gençle şakalaşan hayat dolu dedeleri görünce önce bizim ülkemizde bu kadar yaşlı olmadığını düşündüm. Sonra fark ettim ki bizim ülkemizde de yaşlı insan çok ama hayatın içinde değiller. Fransızlara göre hayat altmışından sonra başlıyormuş. Bunun hayatın tadını çıkarmak için en ideal yaş olduğunu düşünüyorlar.
Bizde bu denli yaşlı birini; ne çocukları ya da torunları yalnız başına alışverişe gönderir, ne de kendisi gider. Bizim yeleksiz, patiksiz, yün donsuz dışarı çıkmayan ninelerimizle yaşıt kadınlar burada şortla sabah sporuna çıkıyorlar. Arkasından baksanız yirmili yaşlarda bisiklete biniyor diye düşüneceğiniz birinin, yüzüne bakınca yetmiş yaşında olduğunu görüyorsunuz. Seksen yaşlarındaki komşumuzun tek başına yaşadığı kocaman evin tüm işlerini kendi başına yaptığını, sabahları ben çay koymaya üşenirken, kocaman bahçesinin çimlerini kendi başına biçtiğini görünce çok şaşırdığımı gören arkadaşım “Burada aslında yaşlılara yardım için gelen görevliler var ama kimse eğer gerçekten işlerini yapamayacak durumda değilse bu yardımı kabul etmez” demişti. Açıkçası ben bu teklifi otuz dört yaşımda kabul edebilirim.
Bu şaşkınlıklarımın en büyüğünü ise gittiğim bir jimnastik kursunun hocasını görünce yaşadım. Kadının bizim ülkemizdeki yaşıtlarının en büyük hobisi ağrılarından bahsetmek, favori mekanları ise hastaneler. O ise hopluyor, zıplıyor; torunu yaşındayım ama benden bile enerjik!
Tüm bu anlattıklarım aslında kişisel ve sübjektif gözlemler gibi dursa da bazı istatistikler bu gözlemlerimi doğrular nitelikte. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin 28 Avrupa ülkesinde toplamda elli binin üzerinde denekle yaptığı anketin sonuçları doğrultusunda, ülkemiz insanına göre; gençlik erken bitiyor, yaşlılık erken başlıyor. Deneklere sorulan “Sizce gençlik ne zaman bitiyor?” ve “Yaşlılık ne zaman başlıyor” sorularına Türkiye’den gelen cevaplar bu ülkeler içinde en karamsar olanlar. Bir İsviçreli’ye göre gençlik kırk yaşından sonra bitiyor, yaşlılık ise altmış beş yaşından sonra başlıyorken bize göre gençlik otuzda bitiyor, yaşlılık elli beşte başlıyor. Zaten Birleşmiş Milletler’in yayınladığı yaşam beklentisi sıralamasında da en altlardaymışız. “Kardeş kaç yıl yaşarsın, tahmin et” diye sorsalar İsveçli “sekseni rahat görürüm abi” diyorken; biz “Altmış neyime yetmiyor” diyormuşuz. Ben demiyorum koskoca Birleşmiş Milletler söylüyor. Kısaca ölmüşüz, ağlayanımız yok. Milletçe kafamız yaşlanmış Her ne kadar rakamsal olarak bu Avrupa ülkelerinden daha genç bir nüfusa sahip olsak da kafa olarak yaşlıyız aslında. . Sadece yaşlı olsak iyi; yaşlanınca ya hayattan eli eteği çekip, divanımıza oturuyoruz ya da yaşlanmamak için çabalıyoruz. Gelen yaşlılığı güzelliğiyle, geldiği gibi kabul edip, yaşamaya devam etme seçeneğini hiç düşünmüyoruz nedense.
Hemen hepimizin en büyük isteği bir an önce emekli olmak mesela. Emeklilik yaşının ileriye alınması milli yas olarak kabul edildi. Bunu ben söylüyorum yalnız, Birleşmiş Milletler değil.
Geçenlerde bir televizyon oyuncusu yirmili yaşlarında olmasına rağmen kendini kırk yaşında hissettiğini açıkladı. Gösteri dünyasında zaten kim kaç yaşında belli değil. On altı yaşında içkili mekanlarda şarkı söyleyen, hayali dünya starı olmak olan şarkıcılarımız var.
Olduğundan büyük görünmek için çabalayan gençlerle, olduğundan küçük görünmek için defalarca estetik ameliyat olan ünlüler arasında kaldık. Takma dişleriyle mısır yiyemeyen ninemizle yaşıt şarkıcılar, sahnelerde mayoyla dans ediyor. Annelerimizin bu benim çocukluğumda vardı dediği artisler; gerim gerim gerilmiş suratlarıyla ekranda rol kesiyor. Özellikle de gösteri dünyasının kadınları genç, çok daha genç kalabilmek için çırpınıyor. Yaş almanın bedenin değişmesiyle beraber, ruhun ve aklın bilgeleşmesi olduğunu, yaşlanarak ve yaşlı görünerek de hayatın içinde kalabileceğimizi neden anlamıyoruz ki?
On sene önce yayınlanan bir televizyon dizisinin erkek başrol oyuncusu, benzer bir yapımda yeniden rol aldı. Yine karizmatik, zengin, kadınları etrafında döndüren bir adamı canlandırıyordu. Fakat o da ne? Yanında on sene önce başrolü paylaştığı kadın oyuncudan on yaş küçük bir kadın vardı. Yaşlanan kadın oyuncu yerine hemen genç olanı bulunuverdi çünkü. Erkek yaşlansa da izleyici ekranda gözaltı torbaları çıkmış, alın çizgileri belirginleşmiş bir kadın görmemeliydi. Yaşlı oyuncular en fazla; baş karakterin anası babası olabilir çünkü. Yaşlandıysa bir zahmet kenarda dursun. Hem yaşlanmış, hem de kadınsa hiç kusura bakmasın. Botoks falan bir çaresine baksın. Oysa gittiğim jimnastik kursunun hocası olan, altmış küsur yaşında hoplayıp, zıplayan kadın pekala bir hikayenin baş kahramanı olabilir. Hayat genç ve güzel insanlardan ibaret değildir. Ya da sadece onların yaşam alanı değildir. Yaşlanmak yeleğimizi giyip, divana oturmamızı gerektirmez. Yaşlandığımızda kendimizi olduğumuzdan genç göstermeye çalışmak, bunu yapamıyorsak da hayatın yedek kulübesinde beklemek zorunda değiliz.
Sahneye çıkmak için yaşımı büyütmüştüm, şimdi geri küçültmek istiyorum diyen assolistler de aslında aynı duygunun altında eziliyor. Yok, yok; insan hissettiği yaştadır diye klişe bir söz söylemeyeceğim. Daha havalısı var. “Yaşlı insan, akşam yemeğini yedikten sonra, başkalarının yemek yemesini izlemekte olan insandır” demiş Balzac. Arkasından Victor Hugo eklemiş “Yaşlılığın ayrıcalıklarından biri, yaşımıza ek olarak, tüm yaşları yaşamış olmamızdır”
Kısaca evet yaşlandık, yani yemeğimizi yedik, çayımızı içiyoruz. Karnımız doydu keyif yapma vakti geldi. Artık yemeğini yemeye devam edenlere göre bir adım öndeyiz. Allah’ın takdir ettiği zamana kadar köşeye çekilmeden hayatın içinde olmalıyız.
Gitmeden son bir istatistik daha vereyim, Dünya Sağlık örgütünün araştırmalarına göre insan ömrü giderek uzuyormuş. Gelişen teknoloji ve tıp bilimi sayesinde ölümler azalıyormuş ve hesaplamalara göre 2004 yılında 600 milyon olan yaşlı sayısı 2050 yılında 2 milyar olacakmış. En çok artış gösteren kesim ise seksen yaş ve üzeri olacakmış. İşin ilginci bebeklik, çocukluk ve gençlik süreleri aynı kalırken; modern tıbbın sağladığı olanaklar ile insan ömrünün sadece ihtiyarlık bölümü uzuyormuş.
Ben de sizlerin önünde; dermotologların kırışıklık kremlerine başlamayı tavsiye ettiği yaşımdan; alın çizgilerimin belirginleştiği, kaz ayaklarımın alıp başını gittiği, ellerimin üzerinde küçük kahverengi lekelerin olduğu, belki hafif kamburumun çıktığı, gözlerimin eskisi kadar iyi görmediği ve hafızamda kayıpların olmaya başladığı yaşıma bir şeyler söylemek istiyorum.
“O yedek kulübesinden çık, takma dişlerini tak ve kaldığın yerden devam et.”