Hüseyin Karaca
Peygamber müjdesi, Ebâ Eyyûb misâfirhânesi, fetih şehri İstanbul'un, yaza merhaba dediği günlerdi. Mübârek Ramazan ayı, neredeyse yolu yarılamış sayılırdı. İlâhiyat profesörü, bir elinde yılların birikimi ilminin sembolü siyah karizmatik çantası, diğer elinde sekizinci sınıfı yeni bitirmiş, TEOG sınavında yüksek puan almış oğlu ile, bu İstanbul'un en kalabalık hem de en muhafazakar sayılan ilçelerinden birinin en büyük en merkezi camiine doğru öğlen sıcağında yürüyordu.
Okullar bir hafta önce kapanmış, yaz Kur'ân kursları yeni başlamıştı. Bir haftalık gecikme ile çocuğunu Kitâbullah ile buluşturacak kutsal mekânın önüne gelmişti işte. Yetmiş iki milleti temsil eden envâi çeşit dilde insanlar arasında, rengârenk lokantaların önünden geçerek caminin avlusuna adım attığında, profesör ümmet-i Muhammed'in mutfak lezzetine dair çoktan önemli bir deneyimden geçmiş, "hangi lokanta hangi millete aittir, hangi dönerci hangi mültecilere hitab ediyor, hangi tatlıcı hangi yöresel mutfak tadını temsil ediyor", gibi ontolojik soruların cevabını bulmuş bir halde şadırvana kadar gelmişti.
Camiinin ön kısmında bulunan lokantanın kasasında duran yaşlı sakallı amca ile, iskender kebab servisi yapan sakallı garsona gözü ilişti. Yan taraftaki dönerci tıklım tıklım doluydu. Öğle ezanı eli kulağında okundu okunacaktı. Sigara içen Suriyeli genç bir oğlanla yine Suriyeli bir kız, kol kola şûh kahkahalarla camiden teğet geçtiler. Türkmenistanlı bir dayı kan ter içinde elindeki çuvalı zar zor taşıyarak bir yerlere yetişmeye çalışıyordu. Irak şivesiyle mırıldanan bir teyze, telefonda karşı taraftakine küfürler savuruyor, alabildiğine bağırıyordu. Berberden Halep şarkıları yükseliyor, arka sokaktaki bir milyoncunun önünde Şam şivesiyle iki kişi kavga ediyordu. Audi Q7 kullanan top sakallı bir adamın yanında çarçaflı siyah gözlüklü bir hanım Samsung tabletine bakıyordu. Otokar marka hat minibüsünün tellâlı esmer adam, doğu şivesiyle bir yandan yolcu toplamaya çalışırken, diğer yandan sattığı sulardan bir tanesini içmekle meşguldü. TEOG'da yüksek puan alan çocuğuyla beraber şadırvanda abdeste başladı. Çocuk, ömrü hayatında ilk defa abdest alır gibiydi. Tek tek tarif etti profesör azarlayarak. Ama nafile. Çocuk direniyordu. Başını meshederken başladı ezan. Sanki esneyerek okuyordu müezzin. Camiye girdiklerinde iki saf ancak vardı. Kamet getiren müezzin mehâric-i hurûfa dikkat etmiyor, imâmın tekbirlerinden kifayetsizlik damlıyordu. Şeytân mesâîdeydi. İmâmın tekbir hatalarını bulmaktan rekatları karıştırdı
profesör. "Allâhümme entessêlemü"de tize çıkarken detone olan sesiyle müezzin her şeyi altüst etti. Profesör "pes" dedi, "bu güzide mekâna bu kadro!"
Namaz bitti. Cemaat dağıldı. Bir başına kalakaldı kubbenin altında profesör. Halbuki mukâbele dinledikten sonra çocuğu kaydettirecekti câmiye.
Ne mukâbele okuyan imam-müezzin vardı ne de mukâbeleyi dinleyecek cemaat. Çocuk falan da görünmüyordu koca ma'bette. İmâm odasına yürüdü yalnız adımlarla elinde Amerikan traşı oğlan çocuğuyla. Kapıyı açtığında imâm, Iphone 7 ile WhatssApp'ta yazışıyordu. "Ooo, hoş geldiniz, hangi rüzgâr attı sizi buralara" dedi profesöre hitâben. Aynı mahallede oturmalarına rağmen profesör imâmı tanımıyordu ama câmi ekibi onu tanıyordu. Her gün olmasa da ekranlarda dânî sohbetlerin belini kıran nâdir şahsiyetlerden sayılırdı. Meşhûrların cenâzelerinde süslü duâlarıyla meşhûrdu. Bugün meşhûr siyah gözlüğünü takmasa da tanınıyordu işte. "Kurs başladı değil mi" diye başladı profesör. "Başladı" dedi imam, "ama
teveccüh yok. Nerde eski öğrenciler. Paşamız kursa mı gelecek" diye sordu. Çocuğun gözü imamın Iphone 7'sine mıhlanmış başka bir şey görmüyordu. Şaştı kaldı profesör. "Daha birkaç sene öncesine kadar eski imam zamanında bu cami çocuktan geçilmezdi, hem de Ramazan'da mukabeleyi çocuklar okurdu" diye geçirdi içinden profesör. Ama bir şey diyemedi. Müezzin, internette satılık daire fiyatlarına içerliyordu. "Bu Suriyeliler geldikten sonra fiyatlar iki kat arttı" dedi.
Popüler bir tarihi dizi müziği eşliğinde profesörün telefonu çaldı. Arayan, fakülteden ana bilim dalı başkanıydı. "Yarın doçentlik savunması var, unutma hocam" dedi. Nur topu gibi bir ilahiyat akademisyeni daha doçent olacaktı. Profesörün oğlu hala Iphone ile ilgileniyor, gözünü bir kere olsun telefondan ayırmıyordu. İmam, "paşamız Kur'ân'dan hangi sureleri ezberledi hocam?" dedi profesöre hitaben. "Daha Kur'ân'a geçmedi" dedi ekranlarda derin tasavvuf sohbetleri yapan profesör. "Demek seni sabahki elifbâ grubuna alacağız" dedi imam sakalını sıvazlayarak. Caminin neden boş olduğu anlaşılmıştı. Anlaşılan dersler sabah idi. "Kaç grup var?" dedi profesör. "Bir kız bir erkek, iki grup" dedi hayıflanarak
imam. "Onların çoğu da Suriyeli. Hepimize yetecek kadar çocuk düşmüyor. Sadece dışarıdan fahri bir arkadaş okutuyor çocukları." Profesör işin ciddiyetini anladı. Camide çocuk yoktu."Darbe teşebbüsünden bu yana millet çocuğunu camiye göndermiyor" dedi imam biraz çekinerek. "15 Temmuz'dan beri cemaat de azaldı, bilmem neden." Müezzin hala satılık ev ilanlarına bakıyordu.
Kalabalık caddeyi kesif yemek kokuları sarmıştı. "Bu Suriyelilerin lokantalarından ağır yağ kokuları geliyor" dedi müezzin lafa girerek. Müezzin takmıştı yabancılara. "Sahiden bizim sokakta da aynı" dedi profesör. "Terâvihlere de ilgi azaldı", dedi imam. "Üç safı geçmiyor artık cemaat.
Millete bir şeyler oldu; insanlara din diyânet dindarlık anlatamaz olduk. Devlete kıyâm eden hâin adamların ceremesini biz çekiyoruz. 28 Şubat'ta
da aynı cehâleti yaşadık, kapatılacaktı neredeyse imam hatipler?" Görünüşe bakılırsa imam biraz dertli sayılırdı. Sözünü bitirmeden sakallı bir adam girdi imam odasına. "Bir mevzu soracağım" dedi çekinerek. İmam müezzine, müezzin profesöre baktı. Buyur dedi imam adama. Adam, koltuğunun altından Arapça bir kitap çıkardı. "Bizim damat, bu kitapta öyle yazıyor diye bizim kıza türlü türlü bahaneler uyduruyormuş. Anlamadım bu kitabın ilgili bölümü neden bahsediyor. Bir baksanız." Müezzin topu doğrudan taca atarak "ben Arapça bilmem dayı" dedi. İmam "bir bakalım ama, harekesi de yokmuş bunun" deyiverdi. Profesör aldı eline kitabı. Oldukça yeni sayılırdı kitap. Cildi parlaktı. Ama o da okuyamadı ilgili sayfalardaki çizili Arapça cümleleri.
Adam imam odasından hınçla çıktı. Arapça ibareyi okuyamayan büyük adamların ortasında hala Iphone 7'ye bakıyordu profesörün çocuğu.
"Yarın sabah saat onda gelsin" dedi imam profesöre. On ikiye kadar sürecek kurs." Caddeden hala yemek kokuları geliyordu. Çocuğuna o yaşa kadar neden Kur'ân öğretemediğini aklından geçirmeden, ertesi günkü doçentlik jürisini düşünüyordu camiden ayrılırken kariyerinin zirvesinde
bulunan profesör. Bırak Arapça bilmemekliğin ezikliğini duymak, bir rekatta üç dört mahreç hatası yaptığını, camide Ramazan mukabelesi okumadığını dert etmeden siyah renkli Passat'ına bindi imam.
Tecvîd eksiklerini aklına getirmeden, ezanı layıkıyla okuyamadığını sıkıntı etmeden 2015 Golf'üne atladı müezzin. Profesör, Bmw 520 'nin ön kapısını açarken yarınki doçentlik jürisini düşünüyordu. Profesörün çocuğunun kulağında kalan tek kelime "darbe" olmuştu. Demek darbeler en çok geleceğimizi vuruyordu. Secdemizi vuruyordu. Mabede giden yolu vuruyordu. Darbeyi yapanlar değişse de, darbeyi yiyenler hep müslüman genç fidanlar oluyordu. Babası ilahiyat hocası olsa da değişen bir şey yoktu. Demek camilerin ıssızlığı, tilâvetlerin tatsızlığı bundandı. Ramazan'ın ortasında cayır cayır oruç yiyenlerin özgüveni bundandı! Demek Arapça ibâre okuyamayan, câmiyi cemaatle dolduramayan din adamlarının çaresizliği bundandı! Demek derslerde duâ öğretmeyen Din Kültürü hocasının, okulda adamakıllı bir mescid yapmayan ilahiyat mezunu okul müdürünün çaresizliği bundandı!
Profesörün oğlu, bugün binbir bâdireyi atlatarak devletimizi başarıyla yöneten özveri sahibi idarecileri düşündü, bir de gün içinde camide gördüklerini.. Yaşadıkları, satranç oyunlarından daha karmaşık, TEOG sınavından daha zor geldi çocuğa.