Cumhuriyetin ilanı ve ulusal mimarimiz

Gülay Kurt

Türkiye Mimarlık Tarihinde Mimarlık eylemi Osmanlı’nın yıkılışı gibi Cumhuriyetle birlikte kökten bir değişikliğe hemen uğramamıştır. Son Osmanlı Devrinin mimari anlayışıyla, devrin mimarları endilerini aniden Cumhuriyet yönetimi yani yeni rejimin içinde bulmuşlardır. Osmanlı devrinin Ancak bu önemde yabancı mimarlara tepkiler dikkati çekmiştir. Oysa daha III. Selim devrinde, Melling’in gelişi, sonra Balyan ailesinin bütün mimari eylemleri ellerinde tutuşuyla, yabancı ve azınlık mimarların egemenliği pekişmiş, bu durum uzun yıllar değişik biçimlerde sürüp gitmiştir. Yabancı mimarların ağırlıklarını duyurdukları yıllarda, Sanayi-i Nefise Mektebi (Mimar Sinan Üniversitesi), Mühendishane-i Bahr-i (İstanbul Teknik Üniversitesi) ve Berr-i Hümayun Mektepleri’nin kurulması gene de bir dereceye kadar mimarlık eğitimine ağırlık verildiğinin birer kanıtıdır. Ne var ki çalışmaların yanı sıra mimarlık alanında tutarlı bir yolun izlendiği söylenemez.

1908 yılında, 2. Meşrutiyet sonrasında, özellikle İttihat ve Terakki Partisinin siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel alandaki girişimler mimarlık alanında da kendini göstermiştir. Ziya Gökalp’in ekonomi, siyasal, felsefe, hukuk, din ve dil alanında geliştirdiği düşünceler zamanla yaygınlaşmışve mimarlık alanında uygun bir ortam sağlamıştır. Cumhuriyetin Ziya Gökalp ile başlayan Türkçülük akımı sanatın yanı sıra mimarlığı da etkiledi.

Bazı Türk mimarları Avrupa’daki gelişmeleri izlemek yerine, Neoklasik bir davranışla Osmanlı dini yapılarının dekoratif mimari elemanlarının etkisi altında ulusal bir mimarlık yaratma çabasına girdiler. 1910’larda başlayan bu akım, Cumhuriyetin ilanından sonra da genişledi. Ankara’nın Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti olmasıyla burada yoğun bir şehircilik ve mimarlık çalışmalarını başladığı görüldü. Kısa zamanda milli mimari, Milli Mimari Rönesans’ı Milli Mimari Üslubu, Neo-Klasik üslup olarak adlandırılan “Birinci Ulusal Mimarlık Akımı” nın doğmasına neden olmuştur. Bu dönemde mimar Kemalettin Bey, Vedat Tek, Vedat Muzaffer, Arif Hikmet, Mongeri gibi adlar ve bunların ürünleri dikkati çekmektedir.

Yeni bir mekân anlayışından uzak, dekoratif öğelere yoğun şekilde yer veren çalışmalara karşın, dünyada yeni gelişmeler bu yıllara somut şekilde kendini duyurmaktaydı. 1910–1927 yılları arasında bu “İlk Mimari Dönemi’nin en belirgin yanı, ulusal bilinç yaratma çabasıdır. Oysa mimarlık eylemini biçim “yaratma”, “tek bir ürün” olarak ele almak, çağın anlayışının dışında bir olaydı.

“I. Ulusal Mimarlık Hareketi” olarak adlandırılan bu hareket ideolojik düşünceleri ve mimari unsurları birleşerek ulusal bilinci yaratma çabası için uğraş vermiştir. Geçmişin (Selçuklu cuMHurİyetİn İlanı ve Osmanlı) din ve eğitim kurumlarının motif ve biçimleri kullanılarak (Kemer, sütun, silme, saçak v.b.), batının ise plan şeması alınarak eklektik bir anlayışla biçimlendirilmeye çalışılmıştır. Bu anlayış dönemin bütün yapılarına fonksiyon ayrımı gözetilmeksizin uygulanmıştır.

Hâlbuki her yapının kendine has bir tarzı ve üslubu vardır, her yapıya aynı tarzla yanaşmak üretkenliği sınırlandıran bir durumdur.

1930–1940 arası ise “İkinci Ulusal Mimariye Geçiş Dönemi” olarak nitelendirilir. Bu dönemde yabancı

mimarlara tepkiler başlamış, uluslararası mimari tutumun ulusal duyguyu ve yüzyıllar boyunca gelişen toplumun estetik kabullerini dile getirmediği ileri sürülmüştür. Bu kez Osmanlı dinsel yapılarının dekoratif elemanlarına karşılık, sivil mimarimize eğilinmiştir. Yeni bir araştırma döneminin başlaması, birinci ulusal mimari akımından daha ileri bir adımdır. Bu dönemin düşüncelerini yansıtan mimarlar arasında Sedat Hakkı Eldem ve Emin Onat dikkati çekmektedir. Ayrıca uluslararası gelişmelerin paralelinde, oldukça değişik tutum sergileyen mimarlar olarak da Bekir İhsan Ünal’ı ve Seyfi Alkan’ı görmekteyiz. 1937–1938 yıllarında Güzel Sanatlar Akademisi’nde (Mimar Sinan Üniversitesi) öğretim üyeliği yapan Bruno Taut ise, ilk kez topluma yönelik projeler geliştirerek, çağın gelişme çizgisini yurdumuzda da yansıtmaya çalışmıştır.

1940–1950 yılları arasında yabancı mimarlara tepkiyle birlikte “İkinci Ulusal Mimari” diyebileceğimiz bir dönem başlamıştır. Yerli mimarların yanı sıra, yabancı mimarlardan bazıları da ulusal mimari anlayışında ürünler vermişlerdir. Kuşkusuz bunun başlıca nedenlerinden biri, Almanya ve İtalya’daki paralel gelişmelerdir. Yabancı mimarların bazıları bu etkileri yurdumuza taşımakta rol oynamışlardır. İki önemli olay bu yeni dönemin mimari anlayışını etkilemiştir.

Birinci olay Atatürk’ün ölümü (1938), İkinci olay ise II. Dünya Savaşı’nın başlamasıdır (1939). Almanya’da Nasyonal Sosyalistler, İtalya’da Faşistler geniş yığınları etkilemek için, aşırı milliyetçi-ırkçı düşünceleri kendi amaçlarına uygun kullanıyorlardı. Bu çerçevede Avrupa’da tekrar geleneksel anlayışa bir dönüş yaşanmaktaydı. Dolayısıyla, tüm alanlarda olduğu gibi, mimarlık alanında da daha önceki uluslararası sanat anlayışından uzaklaşılmıştır. Aynı etki kısa bir süre sonra, Türkiye’de de görülmeye başlamıştır. Ancak bu sefer geleneksel tasarım etkisini, Osmanlı ve Mimar Sinan’ın anlayışı yerine, geleneksel konut mimarisinde devam ettirmiştir. Dönemin mimarları, tasarımlarında geleneksel yapı malzemesi ve Türk evinin tasarım Yüksek anlayışını yeniden yorumlamışlardır.

Buna uygun olarak; Anıtsal yönü ağır basan, simetriye önem veren, taş malzemeyi tercih eden büyük boyutlu binalar yapılmış, yabancı mimarlara ilgi artmış, savaşın etkisi ile dışarıdan malzeme getirilmesi zor olduğundan eldeki malzemelerin kullanımı artmıştır.

1940’lı yılların sonlarına doğru II. Ulusal mimarlık döneminin özellikleri yeni gelişmelerin etkisiyle mimarlık alanında da yavaş yavaş ağırlığını yitirmeye başlamıştır. Devletin resmi ideolojisi tabii ki olacaktır ama bu geçmişim tüm izlerini yok sayan bir duruma dönüşmesi ülkemizde maalesef cumhuriyetin ilanından beri süregelen bir durum olmuştur. Taksim Kışlası’nın yıkılıp yerine

Gezi Parkı’nın yapılması tamamen ideolojik bir tutumun ürünüdür. Geçmişin izlerini yok sayan hatta görmeye bile tahammül edemeyen bu zihniyet “İkinci Ulusal Mimari” döneminde çok fazla kabul gömüştür.

Halbuki “I. Ulusal Mimarlık Hareketi” dönemi geçmiş ve mevcut dönemi birleştirerek hem Selçuklu hem de Osmanlı eserlerinin etkisinde olan bize ait bizden olan eserlerin ortaya çıktığı dönem olmuştur. Keşke öyle devam etselerdi. Örneğin Mimar Kemalettin Bey Osmanlı Eserlerinin korunması ve devam ettirilmesi hususunda derin ilgi ve alaka göstermiştir. Ne olduysa 1940’ dan sonra oldu ve bizi yansıtmayan beton yığını gibi görünen geçmişin izlerini hiç taşımayan bir tarza sahip olan bir döneme geçilmiştir. AKM (Atatürk Kültür Merkezi), İMÇ (İstanbul Manifaturacılar Çarşısı-Unkapanı Çarşısı) bu dönemin bilinen en çirkin binalarıdır.

Bu dönemde mimarlık, devletin resmi siyasetinin ve egemen ideolojisinin bir ifadesi ve yansıması olmakla birlikte geçmiş ve geleceğin bir karışımı olamamıştır.