CELL-FREKANS 

Ayşe Karaköse

Filmi analiz etmeden önce kısaca film endüstrisinden bahsetmek istiyorum. Sinema en pahalı sanattır malumunuz, özellikle de Hollywood filmleri söz konusu olduğunda milyonlarca dolardan söz edilir. Tabi bu kadar büyük paraların söz konusu olduğu bir endüstride, bu paranın sadece sanat için harcandığı veya parayı yatıranların anlatıma müdahale etmeyeceği düşünülemez. Tabi ki parayı veren kimse, kendi isteği doğrultusunda bir alt metni de filme yerleştirme hakkı (!) kazanıyor. Ardından gerek ticari gerekse büyük siyasi amaçlar için bu filmleri kullanıyorlar. Bu bilgiyi aklımızda tutarak izlediğimizde birçok filmde bu müdahaleleri fark ederiz. Sadece izleyici gözüyle belli bir yere kadar fark ettiğimiz şeyleri, film dili açısından incelediğimizde çok daha derinlemesine görürüz. Siyasi olarak da kritik günlerden geçtiğimiz böyle bir zamanda bu tür filmlere daha dikkatle bakmamız gerektiğini düşünerek, yeni bir film olmamasına rağmen bu filmi işlemek istedim.


Hemen hemen hiçbir film, salt sanatsal amaçlar için yapılmaz demiştik; yazarın, yönetmenin, yapımcının ve bu filme maddi destek olan herkesin etkilerini ve fikir yansımalarını görürüz. Hollywood’un yüzde 70inin Yahudilerin elinde olduğunu bilince, işin rengi daha da değişiyor. Bu yapımcı ve yönetmenler, birçok filmde Yahudileri ve İsrail’i aklamak, kendilerine düşman olarak konumlandırdıkları herkesi de “kötü”, “deccal”, terörist” ilan etmek için çalışıyorlar. Mesajı da daima sembollerin arkasına saklayarak, hem zihinlerdeki algıyı yavaş da olsa çok sağlam kuruyorlar hem de açıkça söylemeyerek kendilerini korumaya(!) alıyorlar. 
Bu filmlerin hiçbirinde, ekranda gördüğümüz hiçbir şey boşuna değildir. Kahramanın giydiği giysinin modelinden, rengine, kullanılan isimlere ve rakamlara kadar her şey bir anlam ifade eder. Bunları bir bütünlük içinde incelediğimize ise ortaya bir ana fikir, bütünsel bir bakış ortaya çıkar. Tabi ki sanatsal yönü ağır basan, sistemi eleştiren filmler de var ama çok azınlıkta kalıyorlar. Biz bugün burada bahsettiğimiz o kötü niyetli filmlerden birini inceliyoruz.


Not: Önemli derecede spoiler içerir.


 
Cell filmi2014’te çekilmiş olmasına rağmen her nedense gösterime girmek için 2016’yı beklemiş bir film. Fragmana bakıldığında klasik bir zombi veya dönüşüm filmi gibi izlenim veriyor ama izlemeye devam ettikçe aslında İslam’a, Müslümanlara ve Türklere karşı yapılan bir algı operasyonu olduğunu anlıyoruz.


Film Boston Havalimanında başlıyor. Boston, Amerika’nın aslında görünmez başkenti… Çoğu Hollywood filminde olduğu gibi yine hikâyenin merkezinde yer alıyor, ya hikâye orada geçiyor ya da kahramanımız oraya gitmeye çalışıyordur. Kahramanımız Clayton Ridel, İngiliz ismi taşıyor, çizgi roman yazarı. Clayton İngiltere’yi temsil ediyor.  Biraz sonra zombiye dönüşüp dünyayı istila edecek olan zombilerin bu hale gelmesine sebep olan kişi de o aslında. Çünkü çağrıyı yapan zombiyi ve hikâyesini o yazmış, yani oyun kurucu aslında istemeyerek(!) de olsa kendisi. Bu noktaya daha sonra yine değineceğiz.

Havalimanında her şey günlük seyrinde giderken, herkes telefonlarla konuşmakta, mesajlaşmakta veya internete girmektedir. Clayton da oğlu Jonny ve bir yıldır uzakta olduğu eşiyle konuşurken şarjı biter ve ankesörlü telefondan aramaya çalışırken o anda cep telefonlarından yayılan bir frekans insanları birdenbire vahşi birer canavara dönüştürür. Clayton ankesörlüden konuştuğu için frekanstan etkilenmez fakat büyük bir arbedenin ortasında kalır. Kurtulmak için kendini metroya atar. Metrodakiler, telefon yer altında çekmediği için frekanstan etkilenmemiştir. Metronun sürücüsü, kolunda Amerikan bayrağı arması olan siyahi bir adamdır. İsmi Tom olan bu adamın, film ilerledikçe aslında Amerika başkanını ve Amerika’yı temsil ettiğini görüyoruz. Yanlarına Likit anlamına gelen ismiyle bir genç de katılır, üçü birlikte metro kanalıyla güvenli bir yere çıkmayı umarak yola çıkar. Fakat tünelin ucuna gelirken baltalı biri Likit’i öldürür. İkisi dışarı çıkıp kurtulurlar ve Clay’in evine sığınırlar. Üst kat komşusu Alice, zombiye dönüşen annesini öldürmek zorunda kalmıştır. (Alice artık ‘Harikalar Diyarında’ değildir) Bundan sonra Alice de Clayton ve Tom ile yola devam edecektir.


Bu aşamada Tom, bazı ince hassasiyetleri bir kenara bırakmak gerektiğini söyler. İnsanları kurtarmak için zombilere acımamak gerekmektedir. Bu durumun terörizme benzer bir hali olmamasına rağmen Tom, Clay’e “bu bir Terörist saldırı mıydı?” diye sorar. Clay bilmediğini söyler. Tom “Eğer öyleyse devin çizmeleri altında ezilmekten son anda kurtulduk” der. Bunların anlamı ilerleyen bölümlerde daha iyi anlaşılacak.

 
Bu arada Alice camdan bakar ve zombilerin kuş sürüsü gibi hareket ettiğini söyler. Filmde birkaç defa daha sürü benzetmesi yapılır, zombilerin kuş ya da arı sürüsü gibi hareket ettiklerini söylerler. Birlikte evden çıkarlar ve bir dizi kaçıp kovalamaca sonrasında Tom’un kamuflaj yeleği giydiğini görürüz, artık resmen savaşa girmişlerdir. Silah da bulmuşlardır. Yola devam ederken bir okula gelirler, okul müdürünü tanırız, adı Charles Ardai’dir. (Bu isim gerçek hayatta ünlü bir Yahudi TV yapımcısına aittir.) Müdürün yanında tek kalan öğrencisi de burslu bir öğrencidir, tip olarak bir Yahudi’ye benzeyen, adı Jorden olan, (yani Ürdün) bir öğrenci. (İsimler asla boşuna seçilmez demiştik.) 
Bu müdür, gece olunca yakındaki stadyumda uyuyan ve uyurken de tamamen tepkisiz olan zombileri, benzinle yakarak öldürmeyi teklif eder. Çünkü ona göre bu büyük bir savaşın başlangıcıdır ve düşmanı öldürmek gerekmektedir, bu kadar çok düşman bir arada ve savunmasızken onları öldürmeyi teklif eder.  Zombiler artık baz istasyonuna ihtiyaç duymadan haberleşmektedir çünkü kendileri verici hale gelmiştir ve uyurlarken operaya benzeyen bir sesle şarkı-ilahi arası bir yayın yapmaktadırlar. (Ses uzaktan gelirken zaman zaman ezanı andırmaktadır.)


Bu müzik yayını devam ettiği sürece telefon frekansıyla dönüşen bu zombilerin, uyuyacaklarını söyler Charles ve (asıl adı “Jerusalem’e Yolculuk” olan) sandalye kapma oyununu hatırlatır. “Müzik devam ettiği sürece sorun yok” der. Burada Yahudi çocuk oyunundan bahsedilmesi, isminin Jerusalem’e yolculuk olması da mı tesadüf(!)? Size bırakıyorum… Konuştukları gibi yakındaki benzin istasyonundan sulama aracına doldurdukları benzinle, uyuyan zombileri, benzinle ıslatıp ateşe veriyorlar. O sırada birkaçı uyanıyor ve çatışmada müdür ölürken, Jorden ekibe katılarak yola devam ediyor. Sanki Ortadoğu’nun petrol için ateşe verilmesini hatırlatıyor sahne. Jorden bir iki defa çok korktuğundan bahsediyor ve ağlıyor. Yahudilerin korkaklığına atıf olabilir mi?..


Bir sonraki durakları bir restoran olur, burada geçirdikleri gecede hepsi kâbus görür, kâbuslarında Clay’in çizgi roman kahramanı olan, kırmızı kapüşonlu şeytani yaratık vardır. (kırmızı kapüşon Türk bayrağı olmasın?) Konuşurlar ve Clayton, bunun kendisinin yazdığı bir hikâye olduğunu, kahramanın bir kıyamet kâhini olduğunu söyler. Diğerleri hikâyenin sonunu sorduğunda ise, sonunu yazmadığını, bunun sadece bir hikâye olduğunu söyler. (hikâyeyi kendisi yazmaya çalışırken, pasif kalması gereken kahramanı,(yani Türkiye) kendi hikâyesini yazmaya başlamıştır mesele bundan ibarettir. Bu durumda onun şeytanlaştırılması(!) da doğaldır.) Hikâyenin sonunun olmadığını öğrenen Tom, “sonunda iyiler kazanmalı” der. İyilerden kastın Batı dünyası olduğu aşikârdır.

 
Yola devam ederken bir avcı kulübesine sığınırlar, buradaki diğer normal(!) insanlarla geceyi geçirmeye karar verirler. Oradaki insanlar Kashwak adlı bir bölgeye davet eden TR-90 diye bir vericiden mesaj geldiğini, normal kalan herkesi de oraya davet ettiğini söylerler. Her yerde üstü kapalı mesaj veren film eğer hala anlamadıysak diye burada açık açık adres vermiş, TR Türkiye’nin uluslararası plaka kodu, 90 da uluslararası telefon kodu. Seçilebilecek binlerce, milyonlarca harf-rakam kombinasyonu arasından bu harfler ve rakamın seçilmesi, kimse kusura bakmasın tesadüf olamaz, hiçbir Hollywood filminde seçilen isimlerin ve rakamların tesadüf olmadığı gibi.


Restorandaki insanlar, frekansla dönüşen ve zombileşen insanlara, “telefoncu” adını takmışlardır. Konu müziğe gelir ve biri der ki “Bob Dylan da telefoncu olmuş mudur?” diğeri, “eğer öyleyse çok manidar olmaz mı bu?” der. Bilindiği gibi birkaç sene önce Bob Dylan kökeninin Türk olduğunu hatta büyükannesinin Trabzon’dan geldiğini söylemişti. Telefon mesajını gönderen istasyonun adı TR-90, yani Türkiye, Bob Dylan da Türk kökenli olduğuna göre… Yüzlerce sanatçı arasından neden Bob Dylan, hala tesadüf olduğuna inanmalı mıyız? Sonra Bob Dylan’a atfederek alaycı bir telefon şarkısı uydururlar.


Bu arada sohbet sırasında Tom, Vietnam’da çok acı çektiğini, oradan bu telefonculara yenilmek için kurtulmadığını söyler. Gece uyuduklarında o evdekiler de zombiye dönüşür ve Alice’i öldürürler. Tom, Clay ve Jorden yola birlikte devam eder. Amerika, İngiltere ve İsrail…


Yolda bir dondurma minibüsüyle seyahat eden iki kişiyle karşılaşırlar. Onlar TR-90dan gelen mesajın sahte bir mesaj ve tuzak olduğunu söyler. Bu çağrıyı yapan kırmızı kapüşonlu şeytandır onlara göre. Onun artık internetin başkanı diye anıldığını ve onu öldürürlerse hepsinin dağılıp gideceğini söylerler. Daha önce devin çizmesi demişlerdi, dev dediklerini pekâlâ bin yıllık tarihi olan Türkiye ve lideri olarak okuyabiliriz. TR-90 ve çağrısını da İslam dünyasını birliğe çağıran Türkiye olarak okuyacağımız gibi… Filmin bütününe baktığımızda, bütün yollar İslam birliğine ve bu birliğin Türkiye üzerinden sağlanacağına çıkıyor. En büyük korkuları bu olduğu için de Bunu sağlamaya çalışan Türkiye’yi ve liderini şeytanlaştırmaya uğraşıyorlar…

 
Kâbe ve tavaf benzetmesi yapılan sahne... Bunun hiçbir mecrada orijinal resmini bulamadığım için, filmi izlerken ekrandan çektim.

Filmin yüzeyde söylediğine dönersek, sahte mesaja gitmeme kararı almışlarken oğlunun da o bölgeye gittiğini öğrenince, Clay, arkadaşlarından ayrılıp, Kashwak’a doğru yola çıkar. TR-90dan gelen mesajla Kaswak’a toplanmış olan zombiler, (aslında temsili Müslümanlar) mesajı yayan baz istasyonu etrafında adeta Kâbe’yi tavaf eder gibi dolaşmaktadır. (filmin başında birkaç defa söylenen “sürü” benzetmesini burada tavaf halindeki zombilerde görüyoruz) Merkezde ‘kırmızı kapüşonlu şeytan’ vardır. Clayton bomba yüklü minibüsü sürerek, tavaf eden kalabalığı yara yara merkeze getirir. “Şeytana” çarpar ardından ateş eder, şeytan öldü sanır, o sırada oğlunu bulur, onun da zombi olduğunu görür. O sırada yeniden dirilen şeytan ona doğru gelmeden minibüsü patlatır ve merkez çöker. Sanki Kâbe çökmüştür. Merkez çöküp, “zombi-şeytan” ölünce, oğlu ve kalan insanlar normale döner. Clayton oğlunu alıp yola düşer, Kanada’ya gittiklerini söylerler.


Son jenerik akarken biraz alaycı biçimde zombileşmiş olan Clayton’u görürüz, bu defa bütün dünya zombileşmiş, baz istasyonu etrafında tavaf etmektedir. Son söz olarak filmin dediği, “Eğer bu darbe başarılı olur ve kazanırsak ne ala ama kaybedersek, Türkiye ve İslam’ın yükselişini durduramayız ve bütün dünya Müslüman olur.”  Bütün derdi İslam olan hastalıklı bir zihnin ürünü olan bu filmi izlerken, bu söylediklerimi aklınızda tutarak izlerseniz ne demek istediğimi daha net anlatmış olurum diye umuyorum.

Not: Bu filmle ilgili eleştirmenler dişe dokunur hiçbir şey yazmamışlar. Tahmin ediyorum, eğer 15 Temmuz kalkışması başarılı olsaydı gösterim için iki yıl beklettikleri bu filmin, analizi için düğmeye basacaklar ve Türkiye’deki ‘batı zihinli devşirme eleştirmenleri’ harekete geçirip, “bakın yine Amerika, darbeyi önceden haber verdi” vesaire diyeceklerdi. Bu kadar bariz mesajları fark etmemiş olamazlar çünkü. Hepsini es geçtiler diyelim, Kâbe benzetmesini ve TR-90 vurgusunu görmezden gelemezlerdi…