Geçtiğimiz hafta hem içerde hem dışarıda olma halidir kapı dedik; çağların başlarında ve sonlarında, tarihin surlarında ve surların kapılarında gezindik. Ancak surların kapılarından girip, eskiden taşlı topraklı, şimdilerde asfalt olan yollardan geçip; ne bahçelerinin, ne hanelerinin kapılarına gelemedik. Kapıdaki yolumuzu, kapıdaki yolculuğumuzu bitiremedik. Öyle ki kurduğumuz her cümle, bir başka yola, bir başka yolculuğa, bir başka zamana, bir başka yaşanmışlığa aitti ve bu aidiyet budaklanarak devam etti. Bazen bir çıkmaza dayandı. O zaman da Mevlana’nın dizeleri bize, yolun sonu olmadığını, her çıkmazın sonunda bir kapının olduğunu fısıldadı.“Kapı açılır, sen yeter ki vurmayı bil! Ne zaman, bilmem! Yeter ki o kapıda durmayı bil”. Bu dizeler ise tüm sonlar ve tüm başlangıçlardaki umudu, kapılara bağladı. Bu hafta da kapıdaki yolcu olarak, umudumuzu da yanımıza alarak, yolculuğumuza devam edeceğiz. Bu yolculuk bizi hanelerimizin kapılarından nereye götürecek bilinmez ama “bilinmeze açılan bilinir olacak kapı” bu hafta.
Geçmişe ya da günümüze ait, görünür ya da görünmez surlarımızdaki yolculuğumuz; hayal gücümüzün yettiği derecede, kimi zaman ağaçlı, ormanlı, kimi zaman kıraç, kimi zaman kerpiç, kimi zaman ahşap veya taş yapılarda ya da yapıların kapılarında son buldu. Kapıların bize ne anlatacağını bilmeden mekan kapılarına dayandık kaldık. Kimi avlu kapısı; kimi yerde adı kanatlı, kimi yerde adı cümle kapısı. Kimi hane kapısı; kimi şatafatlı, kimi ahşap oymalı, kimi yeşil boyalı ama hepsi kendi içinde tutarlı ve kendi içinde anlamlı. Mekanlarımızın kapılarına baktığımız zaman, mekanın içinin görkeminin dışa yansımasını görürüz. Hem mekana hem dış ortama ait, insana nereye girdiğini hissettiren, mekan ve mekan sahipleri hakkında bilgi veren yapılardır. İhtişamlı bir eve mi? muhafazakar, mütevazi bir eve mi? girdiğimiz hakkında ön bilgi veren kapılar, insanlara karşılaşabilecekleri durum hakkında da verdiği bu bilgi ile bir kez daha güvenlik vasıtası olarak karşımıza çıkar ve güvende hissetmemizi sağlar. Ve bir kez daha “Bilinmezliğe de açılan bilinir olur kapılar”.
Eskiden hacca gidip gelen kişiler kapılarını yeşile boyardı ya da ay yıldız işlenirdi kapılarının üzerlerine. Aynı incelik, birçok dini kültürün yaşadığı şehirlerde, başka başka şekillerde, başka başka dillerde de karşımıza çıkar. Öyle ki farklı din mensupları kapı işlemelerini kendi aidiyetine uygun işlemelerden seçerlerdi zamanında. Ve kişi, kimin evine girdiğini, orada nasıl davranması gerektiğini, hassasiyetlerini kapıdan girmeden önce öğrenirdi. Böylelikle hem incitmeye, hem mahçup olmaya karşı önlemini almış olurdu insanoğlu ve hem içerdekini hem dışarıdakini bilinir kılardı kapı. Bilinmezi bilinir kılarken de içinde yine nezaketi barındırır ve umut ile anılan kapılar farkında olmadan nezaketle de anılır bir hal alırdı.
Tarihimizin nezakatini kapılarla bağlayan iki örnek daha vermek istiyorum. Aslında biri genelde herkesin bildiği bir anektodur. Osmanlıda kapılarda iki tokmak olurdu; biri büyük tok sesli, biri küçük daha ince sesli ve incelikli. Gelen kişi kadınsa, küçük tokmağı çalardı ve kapıyı açanın da evin kadını olması beklenirdi. Eğer gelen kişi erkekse, büyük tokmakla çalardı ve kapıyı evin erkeğinin açması beklenirdi. Görüldüğü gibi karşılaşmalarımız için ufak bir hazırlık süreci oluverirdi tokmak sesi. Umudun, nezaketin, güvenliğin bir parçası olan kapılar zaman zaman da bir beklentinin sesi olup çıkıverdi karşımıza. Beklentilerimizi harekete geçiren şey aslında sadece büyük ya da küçük tokmağın sesi değil. Tokmağın vuruş şekilleri, kapının çalınış şekilleri ömrümüz boyunca kim bilir neler anlattı bize. Düşünsenize annenizin, babanızın, eşinizin, çocuğunuzun eve gelişini kapı çalışından anladınız. Ayak sesleri kapınızda son bulduğunda kaç kere kimin geldiğini tahmin etmeye çalışıp geçirdiniz? . Öfke ile çalınan bir kapıyı, ve sizde uyandırdığı merakı hiç durup düşündünüz mü? Kapı ağzında ya da kapı önünde yapılan sohbetlerin hayatımızdaki yoğunluğunun farkında mıyız? Kaç kere kilitledik o kapıları kendi üzerimize ya da başkalarının yüzüne kaç kere kapattık. Aslında karşılaşmak istediklerimizi barındırır içinde, bazen de hiç karşılaşmak istediklerimiz içindir kapı. Bazen ince bir tehditdir kapı. Ayşegül Aldinç şarkısında gizliden gizliye beyan eder bu tehditi “ her kapıya sen koş beni hatırla”. Bütün bu örnekler sayfalarca çoğaltılabilir belki ama kısaca söylemek gerekirse, bir hane, içinde kimbilir ne duyguları, ne düşünceleri, ne kavgaları, ne mutlulukları barındırır. O zaman her kapı en az bir hikayeye, bir hayata, bir evrene açılmaktadır, bir hayata simge olmaktadır. Hayatımızın özet kısmıdır. Öyle ki atalarımız kapıdan içeri girilenin başka bir evren olduğunu anlatmak için zaman zaman gezegen işlemeleri kullanırdı. Bunlarla pek sık karşılaşmayız ama çiçek işlemelerini kesinlikle görmüşüzdür. Belki de işlemelerdeki o çiçekler evin içinin baharını beyan etmektedir. Elbette ki hiçbir zaman yaşanmışlıklarını tamamen bilemeyiz. Bu yüzden bilinmez için, bilinmemesi gereken içindir de kapı. Bütün yaşanmışlıkları içinde saklayan kapıyı çarpıp çıkmamız da sadece bu gizleme ve gizlenme ihtiyacının yani güvenli alan ihtiyacının tezahürüdür. Bir taraftan öfkemiz anlaşılsın isterken bir tarafta o mekanda gizli kalsın isteriz. Kapının yükü ne ağırdır, ne duygularla açılıp kapanır ne yaşanmışlıkları barındırır içinde.
Sadece yaşanmışlıklara tanık değil yaşanacaklara da habercidir kapı. Ve yine içinde nezaketi barındırır. İşte tam burada ikinci örneğimize geçebiliriz. Bir kapıyı çalmadan önce o mekanın sosyoekonomik düzeyi hakkında bilgi alabilirsiniz, kişisel zevklerini, güvenlik kaygısını az çok tahmin edebilirsiniz, yıpranmışlıklarına ömür biçebilirsiniz. Yani sosyal düzenin sağlanmasında önemli bir eleman olarak çıkar karşımıza kapı. Tarihe başkentlik etmiş bir şehirden yazan biri olarak, yine çocukluk dönemimizde sıkça karşılaştığımız, geçmişten günümüze adaptasyon için arada kalmış dönem adetlerinin birinden bahsetmek istiyorum. Bundan 20 sene önce anneler oğullarına kapı kapı dolaşıp kız ararlardı. Kapı ansızın çalınır ve bu evde evlenme çağında kız var mı diye sorulurdu.bu şimdi kulağa nasıl geliyor bilmiyorum ama çocukluğumda bunun başka bir yolu olmalı diye çok düşündüğümü hatırlıyorum. Sonradan öğrendim ki atalarımız bu duruma çok incelikli bir çözüm bulmuşlar ama tokmakların yerini kapı zilleri almaya başladıkça, bir bakıma bu incelikten uzaklaşmak zorunda kalmışız. Eskiden kapı tokmakları birçok farklı şeklin yanında el şeklinde de olurmuş. Eğer elin orta parmağında yüzük varsa bu evde evlenip boşanmış ya da eşi vefat etmiş bir kadın var demekken, eğer hiç yüzük yoksa bu evde evlenilecek çağda kız var demekmiş. Eğer işaret parmağında yüzük varsa bu evde evlenilecek herhangi bir kişi yok anlamına gelirmiş. Böylelikle karşılaşılacak tavır az çok bilinir olur ve sonuca yani bilinmezliğe bir adım daha yaklaşılırmış. Zillere evrilen tokmaklar ne çok şey dillendirmişler aslına bakılırsa duymayı bilene, görmeyi bilene.
Bütün bunca yazılanlar bir yolculuğun sonu ile bir hikayenin başlangıcıdır bütün kapılar demek için belki de. Bu yüzden umuttur ve umutsuzluğu kapılar üzerinden tarif etmek hepimizin anlayacağı bir dile dönüşür. Öyle bir umut ki bittiği yerde Atilla ilhan’ın Gecenin Kapıları şiirindeki “bütün kapılar kapandı, sokaktayım” dizesini damarlarımızda hissederken, öyle bir umut olur ki vakti gelince açılan bu yeni kapı ilham verir bize, zaman zaman heyecanla bekletir önünde. Umut ile kapıyı bağlayan şey belirsizlik halidir. Belirsizlik öyle güçlü bir motivasyondur ki her duyguya her düşünceye dönüşebilir. Bu durumu en iyi çıkmaz sokaklarda anlarız belki, çünkü çıkmaz sokakların çıkarıdır kapılar. Yani her çıkmazda hissettiğimizde, sonundaki kapıyı görmek ve göremediğimizde de yeni bir kapı açabilmek dileğiyle. Önümüzdeki hafta yepyeni bir konu ile görüşmek üzere. Gönül kapınızda bekleyen Çorumlu