"8 Mart Dünya Kadınlar Günü"nü kutladığımız Mart ayı içinde yapılan tüm etkinliklerde yine herkes çok ama çok şık olan toplumsal cinsiyet, eşitlik, katılım, adalet, demokrasi, gibi kavramları peş peşe sıralayacaklar. Bizlerde anlayalım anlamayalım konuşanları alkış tufanına tutacağız. Bu kavramlar söylemlerde, ulusal ve uluslararası raporlarda çok şık duran kulağa da gözde hoş gelen kavramlar? Acaba gerçekte öyle mi !!!
Bizim kültürümüzün de aralarında bulunduğu birçok kültürde ayrımcılık, toplumsal cinsiyet eşitsizliği daha doğmadan başlamaktadır. Dünyaya çocuk getirmek, özellikle de erkek çocuk getirmek hem erkeklerin hem de kadınların birincil kaygılarını oluşturmaktadır. Çünkü annelik, kadınları en fazla güçlendiren deneyimlerden biri kendilerini var edebilecekleri meşru bir alan ve hele de bir erkek çocuk sahibi olmak gelecek açısından ekonomik sigorta ve neslin devamıdır.
Toplumsal cinsiyetin oluşumu yani kadın ve erkek olma bireylerin toplumsallaşması sürecinde öğrenilir. Kadın ve erkek olarak doğmadan önce döşenecek odadan, giydirilecek kıyafetlerden başlayarak cinsiyet rollerimizi farklı birçok kanaldan öğrenmeye başlarız. Kız bebeklere pembeler giydirilirken, erkek çocuklarına maviler giydirilmeye başlanır, kız çocukları bir ya da iki yaşına kadar emzirilirken, erkek çocukları iki yada dört yaşına kadar emzirilir, kız çocuklarına mini ev eşyaları, bebekler alınırken, erkek çocuklarına toplar, tüfekler, misketler alınır. Kız çocuklarının ağlaması, huysuz, mızmız olarak yorumlanırken, aynı anda ağlayan bir erkek çocuğunun ağlaması mücadeleci ve güçlü olmasına yorumlanır, kız çocuklarının toplumda duygusal romantik, uysal ve itaatkar olması beklenirken, "akıllı" erkek çocuklarının mücadeleci ve hükmeden olması beklenir. Yine çocuklara verilen oyuncaklar adeta yetişkin bireyler olarak hayatta almaları beklenen sorumlulukların minyatür provalarıdır. Geleneksel söylemler, masallar, deyişler de farklı oyuncaklarla ta baştan ayrıştırılan hayatların kimlik çatısını oluşturmakta büyük pay sahibidir. Bu tür söylemlerde hep kız çocuğunun hanım hanımcık olanına, erkek çocuğunun da yırtıcı, tuttuğunu koparanına övgüler dizilir. Masallar ve romanlar farklı değildir, mutlu bir aile hayatı için kadınlar için sabrı ve beklemeyi öğütlerken, en güzelini seçme hakkını erkeklere verir... Örneğin masallarda ya da romanlarda gece saat 12.00 de Külkedisi'ne dönersin, elbiselerin yırtık pırtık içinde olur ya da en sevdiğin meyveden zehirlenirsin, hiçbir zaman beyaz atlı "prensesler" ya da uyandırılmayı bekleyen "prensler"e rastlamak mümkün olmaz.
Küreselleşme sürecindeki küçülmüş dünyamızın aktörleri ve ortamları da sürekli aynı türden mesajlar vermektedir. Örneğin tüketim toplumunun reklamlarında üreten, yöneten erkekler; tüketen, bakan, büyüten, güzel alımlı kadınlardan geçilmez.
Bakıldığında toplumsal cinsiyet eşitsizliği dünyanın her yerinde kadınların karşı karşıya kaldığı bir sorundur ve bu durum, kadınların kırılganlığını evrensel bir hale getirmektedir;
Toplumsal cinsiyet biyolojik cinsiyetin doğrudan bir sonucu değildir. Toplumsal cinsiyet, kadınların ve erkeklerin biyolojik özelliklerinden kaynaklanan cinsiyet farkından ayrı olarak, kadınlar ve erkekler arasındaki rolleri ve davranış kalıplarını ifade eder. Toplumsal cinsiyet, kadın ve erkek olarak tanımlanan cinsiyet kavramıyla iç içe geçiyor görünmektedir, oysaki biyolojik cinsiyetten farklı olarak ekonomik, politik, sosyal ve kültürel ilişki biçimlerini ifade etmektedir. Biyolojik ve toplumsal olanı birbirinden ayırmak, kadın ve erkeklerin biyolojik farklılıklarına dayanarak onların toplumda oynadıkları rolün doğal ve kaçınılmaz olduğunu ileri süren eğilimlerden kaçınmak açısından önem taşır. Bu ayırım, kadınların erkeklerin onları erkek ya da kadın yapan özelliklerinin önemli bir kısmının toplumsal olarak belirlendiğini ve dolayısıyla değişebileceğini vurgular.
Doğurganlık biyolojik cinsiyet farklılıklarından kaynaklanan ve yalnızca kadın cinsiyetinin sahip olduğu bir bedensel potansiyeldir. Benzer şekilde, erkek bedeninde daha belirgin olan kas dokusu, erkek cinsiyetine has bedensel form olarak karşımıza çıkar. Ancak, cinsiyet farklılıkları eşitsiz toplumsal ilişki biçimleri içerisinde yeniden anlamlandırılırlar. Buradan hareketle denebilir ki, toplumsal cinsiyet kimliği ?yani kadınlık ve erkeklik? doğada verili olan özgün formların kültürel yorumu ve sosyal ilişkilere yansımasıyla kurulur.
Kadınların bedensel bir potansiyel olarak taşıdıkları doğurganlıkları, annelik rolünün kadınlara yüklenmesinde doğallaştırıcı bir rol üstlenmektedirler. Bu da kadınlık rolünün ötekini gözetme, hizmete yatkınlık, destek ve empati sağlama gibi yükümlülüklerle özdeşleştirildiği bir toplumsal cinsiyet kimliği olarak kurulduğu anlamına gelir. Benzer şekilde, erkeklerin bedenlerinde belirgin biçimde öne çıkan kas dokusu erkeklik rolünün güçle tahakkümle, koruma ve kollamayla, savaşla ve rekabetle ilişkilendiği bir toplumsal cinsiyet kimliği olarak karşımıza çıkar.
Bununla birlikte, toplumsal cinsiyet biyolojik farklılıkların kadınlarla erkekler arasındaki hiyerarşik ilişkiyle yeniden anlamlandırıldığı ve kadınların erkeklere tabi olduğu toplumsal düzenleme biçimidir. Toplumsal cinsiyet kimliğinin kurulması sürecinde kadınlara ve erkeklere atfedilen rollere uygun davranış kodlarının öğretilmesi son derece belirleyicidir. Yani toplumsal cinsiyet kimliğinin kurulmasında sosyalizasyon süreci çok önemli bir düzenleme aracıdır. Ayrıca bu düzenleme, kadınlarla erkekler arasındaki bir ayrışmadan ve farklılaşmadan daha fazlasıdır. Kadınlarla erkekler arasındaki eşitsizliği hem daha derinleştirir hem de kadınların toplumsal rollerinin erkeklerin çıkarlarına göre düzenlenmesi anlamı taşır.
Kısacası bu toplumsal düzenlemeler, toplumsal cinsiyetin bulunduğu her yerde mevcuttur ve belli bir anlamlı bütünü oluşturur. Örneğin 2015 genel seçimleri sonuçlarına göre oluşan parlamentoda kadın parlamenter oranı % 14.73'tür (81 kadın milletvekili, Dünyada kadınların parlamentoda temsil oranı % 22 ve Avrupa Birliği ülkelerinde %28'dir). Kırsal alanda tarımsal üretimin sınırlı olduğu köylerde hane tüketimine yönelik olarak yapılan sebzecilik ve bağcılıkta erkekler; bahçe hazırlığı, toplama, sulama, çapada ise kadınlar çalışır. Hayvancılık faaliyetlerinde erkekler hayvanların otlatılması, besleme, kırkım, ahır temizliği gibi işler yapar, kadınlar ise sağım, süt ürünlerinin değerlendirilmesi ve ot toplama işlerini üstlenir.
Son söz
10 sene öncesine kıyasla kadın konusunun kenardan merkeze gelmiş olması büyük önem taşımaktadır. Fakat 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlamalarında hala eşitliği konuşuyor olmak bir toplumdaki eşitsizliğe ilişkin en önemli göstergedir. Bu nedenle de hala kadınlar; cinsiyet temelli iş yükleri doğrultusunda, evde, işyerinde, toplumsal yaşamda, politikada, eğitimde, istihdam olanaklarına ulaşmada ve sendikal hayatta eşitsizlik konumda olup, ayrımcılıkla mücadele etmektedirler.