PİYASALAR

  • BIST 1009113.630.37%
  • ALTIN2324.0930.75%
  • DOLAR32.360.1%
  • EURO35.013-0.2%
  • STERLİN40.944-0.19%
  1. HABERLER

  2. GÜNDEM

  3. İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİNDE ARAÇSALLAŞTIRILAN ÜNİVERSİTE
İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİNDE ARAÇSALLAŞTIRILAN ÜNİVERSİTE

İKTİDAR-MUHALEFET İLİŞKİLERİNDE ARAÇSALLAŞTIRILAN ÜNİVERSİTE

Eğitim-Bir-Sen Konya 2 No.lu Şube Başkanı Şenol Metin yaptığı açıklamada; "Üniversite sayısı üzerinden kamuoyunda çokça tartışılmaktadır. Her İl’e açılan üniversite üzerinden, ‘yükseköğretimde kalite düştü.’ algısı üretilmekte ve bu algı gerçekliğinden koparak iktidar-muhalefet mücadelesinde araçsallaştırılmaktadır" dedi.

A+A-

ŞENOL METİN AÇIKLAMASINDA ŞU İFADELERE YER VERDİ;

Türkiye’nin 131’i Devlet olmak üzere 207 üniversitesi var. Bizim 4 katımız nüfusa sahip ABD’nin 6000’e yakın, bizden biraz fazla nüfusu olan Filipin’in 2000’den fazla, Bizim yarımız kadar nüfusu olan İspanya’nın 1400, Arjantin’in 1700, Bizim ölçeğimizdeki Fransa’nın 1000, Almanya’nın 300 üniversitesi olduğunu değerlendirdiğimizde önemli olan hususun üniversite sayısı olmadığı açıktır. Önemli olanın, üniversitenin ne anlam ifade ettiği, nasıl bir misyon üstlendiğidir.

1982’de Türkiye, çağ nüfusunun ancak %6’sına yükseköğretim hizmeti verebiliyordu. Ak Parti’nin iktidara geldiği 2003’te yükseköğretimden yararlanma oranı açıköğretim dahil %24’ler civarında idi. Bugün ise açıköğretim hariç yükseköğretimden yararlanma oranı %45’i aşmıştır. Açıköğretimi dahil ettiğimizde çağ nüfusunun tamamı yükseköğretimden yararlanabiliyor. Dünya ortalamasının %33 olduğunu düşündüğümüzde gençlerimizin tamamının yükseköğretimden yararlanabilmesi büyük bir başarıdır. 1982’de az sayıda seçkin zümrenin yararlandığı elitist bir anlayışla sunulan yükseköğretim hizmeti, bugün isteyen herkesin erişebildiği kamu hizmetine dönüşmüştür.

Yükseköğretimin niteliğine dair tartışmalar maalesef veri temelli değildir. Çoğu zaman algıların olgulara hakim olduğu bir düzlemde tartışılmaktadır.

Yükseköğretimde kriterlere göre değişmekle birlikte on yıllardır 20-25'li sıralardayız. Ekonomi büyüklüğümüzün 17-20 olduğunu düşündüğümüzde akademimizin dünya ligindeki yerinin makul olduğu söylenebilir. Son 30 yılda akademisyenlerimizin yayın performanslarında da bir düşüş bulunmamaktadır.

Altı çizilmesi gereken nokta, yükseköğretime ulaşılabilirlik noktasında destansı bir başarıya imza atan, her bir göstergede Dünya ortalamasından en az %50 daha iyi durumdaki Türkiye, yükseköğretimin niteliği noktasında benzer bir başarıya neden imza atamamaktadır?

‘Her İl’e Üniversite’ stratejisi ile yükseköğretime erişim problemi kalmayan ve çağ nüfusunun tamamının yükseköğretim hizmeti alabildiği geçtiğimiz 10 yılda, üniversitelerimiz kolay olanı tercih etti yatay büyümeyi önceledi. Fakülte ve yüksekokullar açılırken, öğretim programları düzenlenirken, işgücü piyasasının talebi dikkate alınmadı. Bu, üniversite mezunlarının işsizlik oranının, ülkenin genel işsizlik oranının 2 katını bulmasına neden oldu. Mesleki bilgi ve beceri transfer edemeyen, diplomalı işsiz yetiştiren üniversite, cazibesini kaybetti. Yıllar içinde bir çözüm üretilemediği görülünce önce MYO programları ardından lisans programları boşaldı. Ancak gelinen nokta eğer gerekli tedbirler alınmaz ise tıp gibi, bazı mühendislikler gibi programlar hariç sistem çökecek. Yapısal sorunlar ve yönetimsel hastalıklar bu çöküşü hızlandırmaktadır.

Yeni üniversitenin yeni kırmızı plakalı araç demek olduğu, üniversite yönetiminin denetlenemez, layusel imkanlara sahip makam demek olduğu, kamu kaynaklarının şatafata dayalı harcanmasının ‘itibardan tasarruf olmaz’ diyerek meşrulaştırıldığı gerçeğinde;

Her İl’e Üniversite de, yeni üniversite de yanlış stratejidir. Bu stratejinin hastalığı yaymak ve görünürlüğü arttırmaktan başka bir işlevi bulunmamaktadır. Maalesef üniversite bugün, ezik muhafazakarların hırslarını, hazlarını tatmin mekanına dönüşmüştür. Muhalefet-iktidar mücadelesinin de zemini olan bu gerçekliğe rağmen Türkiye için yeni üniversite kurmak ve bunları tematik kurgulamak mecburiyettir. Bu mecburiyet ile bu gerçekliğin çelişkisini aşmak zorundayız. Bu çelişkiyi aşmak için kapsamlı bir üniversite reformunu başarmak zorundayız. Yükseköğretim reformunu paket halinde bir reform olarak hayata geçirmeliyiz.

Statükoculuk anlamında toplumun en muhafazakar kesimini oluşturan üniversitelerimizin ve bunun çatı örgütü YÖK’ün iç dinamikleri ile böylesi kapsamlı bir reformu başaramayacağı açıktır. Ancak yine de yükseköğretimin çatı kuruluşu YÖK’ün ortak aklı arayan bir bakış açısı, tüm paydaşlara alan açarak 2547 Sayılı kanunu tartışmaya açması ve siyasi iradeye rehberlik etmesi mümkündür. Bu süreç katılımcı bir anlayışla kurgulanmalı, en aykırı düşüncenin bile kendisini ifade etmesine imkan verilmelidir.  Bu çerçevede her bir üniversitede tüm toplumsal kesimlerin hususende alan STK’larının etkin katılımı ile bölgesel çalıştaylar düzenlenmelidir. Bu raporlar, Türkiye Yükseköğretim Vizyonu metnine kaynaklık etmelidir. Bu Vizyon Belgesi de Yükseköğretim Kanunun çerçevesini belirler ki vizyon metni ardından kanunun hazırlanması siyasi irade açısından teknik ve hukuki bir süreçten ibarettir.

Tabi bu süreçte siyasi iradenin karar vermesi gereken en önemli ve öncelikli husus Yükseköğretim sisteminin kim tarafından ve hangi örgütsel modelle yönetileceği sorunudur. Halen koordinatör çatı yapı olarak kurgulanmış ancak koordinasyon boyutunu çoktan aşmış Yükseköğretim Kurulu’nun Türk yükseköğretim sistemini yönetme kapasitesinin olmadığı defaatle test edilmiştir.

Öyle ise tek seçenek kalıyor, Yükseköğretim sistemimizin bakanlık yapısı üzerinden yönetilmesidir, bu siyasal sorumluluk tesisi için de gereklidir.

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.